Nazım Hikmet’in ardından “Haziran’da Ölmek Zor! ” diye yazmış Hasan Hüseyin.
Nazım Hikmet’in ardından Yazar Orhan Kemal, sonra Ahmed Arif ve Kazım Koyuncu düştü peşine. „Gayri gider olduk gardaşlar” dercesine birer birer gittiler Haziran günlerinde. Onlardan çok, ölüm düştü onların peşine. İlle de Denizlerin Çocuğu Kazım Koyuncu’nun peşine.
Bugün 2 Haziran, “acının alkışlarını üstüne örttüğümüz” bir gün. Ve ben bugün aynı zamanda sevincin alkışlarını bıraktım güne armağan. Mektuplarımızda şiirlerinden, romanlarından, şarkılarından söz edip, satırlara konuk ettiğimiz yazar ve sanatçıların anısını paylaştığımız uzun yıllardan beri tutuklu olan sevgili arkadaşım Hülya Gerçek’in bugün tahliye olmasına sevincin alkışını bıraktım güne. Uzun zamandır mektubunu aksattığım, içtenlikli dostluğunu ve arkadaşlıkta sımsıcak samimiyetine saygı duyup sevdiğim arkadaşıma özür borcumu da buradan yazmış olayım. Bir mektubunda sormuştu bende mahpusken “ne hallerdesin?” diye de, bende ona Nazım’ın dizeleriyle yanıt vermiştim “Ne Tahir olabildik ne de Zühre” diye yazmıştım. Hayatın cilvesi işte.
2 ve 3 Haziran Nazım Hikmet, Ahmed Arif ve Orhan Kemal ile 15 Haziran’da Kazım Koyuncu. Haziran’da Ölmek nasıl kolay olsun? „Herkese selam, Sana hasret. Büyük insanlığın toprağında gölge yok, sokağında fener, penceresinde cam, umu umudu var büyük insanlığın, Umutsuz yaşanmıyor” deyipte “yaşamak güzel şey be kardeşim” diye haykırırken Nazım Usta, ve şimdi “Bereketli Topraklar Üzerinde” Kapanmayan “El Kapısı” varken hala, “Hanımın Çiftliği”nde çelişki ve çatışkılar yaşanırken diz boyu, „El Kızı” her gün kadınlar öldürülürken lanet olasıca ‘öldürücü sevgiler’ yüzünden, „Biraz Nazım Hikmet, biraz Ahmet Hamdi Tanpınar, biraz Ahmet Muhip, biraz Cahit Külebi, biraz Behçet Necatigil, bunlarla beslene beslene, bunları sindire sindire, hep böyle yalpalaya yalpalaya, ama hiçbir zaman iyinin altında, yani ortaya yakın yazmayarak, kaliteli şiirler yazdım… Anadoluyum ben, Beşikler vermişim Nuh’a” diyen Ahmed Arif’i, „Şarkılarla geçtim aranızdan. Ben bir müzisyenim, ondan sonra biraz Karadenizli’yim ama hepsinin ötesinde ben bir devrimciyim. Birbirimizi anlamamız için aynı dili konuşmamıza gerek yok. Ezildikten sonra hepimiz aynı şarabız” derken Şair Ceketli Çocuk, yazmakta bir o kadar zor Haziran’da.
‘Bizim Nazım Hikmet’i; Irgatların yaşamıyla memleketi bereketli toprağa çeviren, Çukurova’da hasad zamanı, kavuran yakan sarı sıcağında Dayıbaşlığına, Elçiye karşı ağalara, beylere karşı direnişin yazarı Orhan Kemal’i; Kürdün Türkçe şairi yada Şiirin gerillası Ahmed Arif’i; “Şair Ceketli Çocuk” ya da Denizlerin Sevdasıyla dağların sevdasını birleştiren Kazım Koyuncu’yu anlatmak önemli, yazmak zor tıpkı ‘Haziran’da Ölmek Zor’ gibisinden. Ölümün takvimi, ölümün bir zamanı yok ama ölenin bir günü var yazılan takvime.
Sonra Haziran’da özgürleşen sokaklarda ömrün Firari günleri Gezi ve Geziciler ve de daha daha ötesi. …
Memleketimden İnsan Manzaraları’nda Nazım Hikmet
Nazım Hikmet ile ilgili uzun uzun anlatmayacağım bu yazıda. Şiirin ustası değil sadece, aynı zamanda kavganında ustasıdır Nazım. “Burjuvazi kavgaya davet etti bizi, davetleri kabulümüzdür” deyip, bu kavgada “mesele esir düşmekte değil, teslim olmamaktır asıl mesele” diyendir. Şiirlerinde hemen herkes vardır Nazım Hikmet’in, ama Nazım Hikmet herkesin değildir. Eleştirilecek yönleri, eksiklikleri olsa da o işçi sınıfının şairidir. Onu sadece “Sevda şairi” olarak sahiplenenlere “Sevdalınız komünisttir. Tepeden tırnağa sevda, tepedan tırnağa kavga, yatar Bursa hapishanesinde” yanıtını verir. Ol sebepten bizimdir, “Bizim Nazım”dır.
Orhan Kemal Nazım Hikmet’e „Sen, ‘Promete’nin çığlıklarını, Kaba kıyım tütün gibi piposuna dolduran adam’ Sen benim mavi gözlü arkadaşım, Kabil değil unutmam seni“ diye yazmıştı.
Kaleminden Şıp Şıp Alınteri Damlayan Yazar Orhan Kemal
Nüfusta adı Mehmet Raşit Ögütçü olan Orhan Kemal 15 Eylül 1914 yılında Adana ili Ceyhan ilçesinde doğmuş. İlk şiirlerini de kaleme aldığı 1939’da askerlik görevi esnasında, ceza kanununun 94’üncü maddesine aykırı davranıştan 5 yıl hapse mahkum olarak Kayseri, Adana ve Bursa cezaevlerinde yatan yattı. Bursa Cezaevi’ndeyken Nazım Hikmet’le arkadaş oldu ve ünlü şairin roman denemelerini beğenmesi ve roman yazması konusunda teşviki üzerine şiiri bırakarak roman yazmaya başladı. Orhan Kemal’in ilk şiirleri Raşit Kemali imzasıyla “Yedigün” ve “Yeni Mecmua”da yayımlanırken ilk düzyazısı “Baba Evi” romanının bir bölümü olan “Balık” ise 1940’ta “Yeni Edebiyat” gazetesinde okuyucuyla buluştu.
Yazılarında Raşit Kemali, Reşat Kemal ve Orhan Raşit isimlerini çokça kullanan yazarın oğlu Işık Öğütçü, AA’ya verdiği bir röportajında, babasının “Orhan Kemal” ismini seçmesine ilişkin şunları söyledi: “Orhan Raşit adıyla bir öykü yazıp 1941’de ‘Yürüyüş’ isimli bir dergiye gönderiyor. Dergide öyküsü yayınlanıyor ve hapishaneye bir nüshası geliyor. Babam büyük bir heyecanla açıyor, öykü kendi koyduğu isim fakat imza Orhan Raşit beklerken Orhan Kemal olmuş. Sonra işte soruyor, neden diye. Editörler diyor ki, ‘Dergi üstünde bir soruşturma var. Size de yeniden bir suç yüklenmesin diye, kime ne rast gelirse isimleri değiştirdik. Sana da Kemal denk geldi’. Babam önce yadırgıyor ama sonra çok güzel bir yazısı vardır, ‘Yahu bu imza kıyak be! Eşin dostun haberi olsun, bundan sonra hep bu adla yazacağım.’ diyor. Gerçekten de o günden sonra ölümüne kadar hep Orhan Kemal ismiyle yazıyor”. “Kara gün kararıp gitmez” diyen Orhan Kemal kendisini anlatırken de “İnandığım doğruların adamı oldum. Böyle yaşadım, karınca kararınca bu doğruların savaşını daha çok sanatımda yapmaya çalıştım. Kursağıma hakkım olmayan bir tek kuruş dahi girmemiştir…” diyor. “Bir gün çay içelim seninle. Çaylar benden, manzara senden olsun” diyen Orhan Kemal oldukça üretken bir yazardır. Yayınlanmış 11 öykü kitabı, 26 romanı, iki oyunu, bir anı ve bir de inceleme kitabı vardır. Bereketli Topraklar Üzerinde, Hanımın Çiftliği, El Kızı, Vukuat Var, 72. Koğuş, Murtaza, Eskici Dükkanı, Kardeş Payı adlı roman ve öyküleri ilk akla gelenlerdir bugün.
Orhan Kemal kitapları ile ilk liseli yıllarda tanışıp okudum. İlk okuduğum romanı Bereketli Topraklar Üzerinde idi. Müthiş etkilenmiştim. Birebir içinde doğup büyüdüğüm köy yaşamında ırgatlık hallerini, pamuk çapası ve toplama işini ondan öğrendim yeniden. İz bıraktı bende. Sonra 80’li yıllarda hapiste diğer eserlerini okudum. Bize sorguda ne okuyorsunuz diye sorarlar, evlerimizde kitapları bulunurdu. Hakkımızda pazırlanan iddianamelerde bile adları geçerdi böyle yazarların. Bunların yazdıklarını okuyarak düzene karşı geliyorlar diye. Onlar yazmaktan, bizler okumaktan yargılandığımız yıllardı. 2016’da son tutuklanmazdan önce Sanat ve Hayat dergisinin yaz sayısı için Orhan Kemal’in yaşamı, eserleri üzerine bir yazı hazırlıyordum. Yazıyı bitiremeden tutuklandım. Yazı da yarım kaldı. Sonra genç bir gazeteci arkadaşımdan yazı için yararlanacağım kaynak olarak Orhan Kemal’in yaşam öyüküsüne ilişkin yazı istedim. Sağolsun, kısa sürede gönderdi. İçeride yazdım göndermiştim. Gel zaman git zaman ben tahliye oldum, bir iki ay sonra genç gazeteci arkadaşım tutuklandı. Sonuç olarak Orhan Kemal gibi yazarlarımız yazmaktan bıkmadı ömrünce, bundan dolayı hapislerden geçti hep yaşam yolları, bizler okumaktan, öğrenmekten vazgeçmedik, değişmeyen zihniyetleriyle egemenler ise hala yargılamaya devam ediyorlar yazanları, çizenleri…
“Kirvem Hallarımı Aynen Böyle Yaz Rivayet Sanılmasın” diyen Ahmed Arif
“Asıl bizim aramızda güzeldir hasret ve asıl biz biliriz kederi” diyen Ahmed Arif’i en güzel şiirleri anlatır. En güzel Leyla’sına “Leylim Leylim” mektupları ile Cemal Süreya’ya mektupları anlatır onu. Aç kalır, susuz kalır, tütünsüz uykusuz kalır hain gecelerde ama terketmez sevdası, hasrettinden prangalar eskitir akşamın erken indiği günlerde. “Dışarda gürül gürül akan bir dünya…Bir ben uyumadım, kaç Leylim bahar” der. Saz ustası değildir ama imgelerin ustası, şiir ustasıdır. “Biz ki, yarınıyız halkın, Umudu, Yüz akıyız, Hıncı, Namusu, Şafakları, Taa Şafakları. Hey canım, Kalbim dinamit kuyusu” diye tanımlar temsil ettiğini, durduğu yeri, safını. 21 Nisan 1927 yılında Diyarbekir’de doğar, babası Türkmen, annesi Kürttür. Kimlikte asıl adı Ahmed Önal’dır, 2 yaşında annesi Sare’yi kaybeder.
Şiir yazmaya ortaokul yıllarında başlar. Bir söyleşisinde “Yıl 1943 olmalı. Taş çatlasa 16–17 yaşındayım. Durmadan şiir yazıyorum. Bir dergi, Seçme Şiirler Demeti adıyla kuşe kağıda basılıyor. Bir sayfanın sol başında Neyzen Tevfik, sağ başında Ahmed Arif. Ben, Neyzen Tevfik’in torunu yaşındayım tabii o zaman, hatta daha da küçük. Bir de 10 lira geliyor bana dergiden, telif hakkı. Düşünün, babam bana ayda 5 lira gönderebiliyor. O yüzden 10 lira büyük paraydı o zaman için.” İlk şiiri 1942 yılında Taşpınar dergisinde yayınlanan Gözlerin oldu;
‘Gözlerim maviliğin ruhudur
Fecirlerin tebessümü içer
Berraklığında ilah çocukları uyur
Ve emer sukutu beyaz gölgeler.’
İlk ve tek şiir kitabı “Hasretinden Prangalar Eskittim” 1968’de basıldı. Bugüne kadar en çok basılan şiir kitaplarındandır. Bir röportajında kendisi hayattayken yayınlanan kitabın adına değinen Ahmed Arif, “Bunu anlatmak doğru mu bilmiyorum. Çok kişisel, duygusal bir şey, artık anı olmuş. Kitabımın adını ‘Dört Yanım Puşt Zulası’ koymuştum ama kardeşim buna engel oldu. Bana, ‘Kitabına böyle bir ad koymaya hakkın yok. Seni 15 yaşındaki çocuklar, kızlar taparcasına seviyor. Sen bununla ola ki burjuvazinin tuzaklarını söylüyorsun. Ama şu da var, o çocuklara saygı duymalısın. Hatta bu adı, bir şiirine bile verme. Mısra olarak kalsın.’ dedi. Düşündüm, kardeşime hak verdim. Madem öyle, kitabımın adı ‘Hasretinden Prangalar Eskittim’ olsun, dedim.” diyor.
Bugün görev ve sorumlulukla “Seni, anlatabilmek seni.
İyi çocuklara, kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni,
Namussuza, halden bilmeze,
Kahpe yalana” demek düşüyor bize.
Toplumsal gerçekçi 1940 kuşağının son şairlerinden Ahmed Arif’in ölümünden sonra şiirleri oğlu tarafından derlenerek “Yurdum Benim Şahdamarım” adıyla 2003’te basıldı. Şiirlerinin pek çoğu bestelendi ve Rahmi Saltuk, Ahmet Kaya, Zülfü Livaneli, Fikret Kızılok, Edip Akbayram, Cem Karaca, Moğollar gibi sanatçılar tarafından yorumlandı. Ahmed Arif ve şiiri konusunda Cemal Süreya, Gülten Akın, Nihat Behram gibi şairler değerlendirmelerde bulunmuş, övgüyle söetmişler hep. Bir yazının hacmini zaten oldukça aştı yazı, bu nedenle bunlara yer vermeyip Ahmed Arif şairler için ne demiş, ondan bazı anekdotları paylaşmak istiyorum. Döneminin şairlerinden Cahit Külebi için, “Onun ben “Pembe Mantolu Kıza” şiirini okurken sarhoş olurdum. Kendimden geçerdim.” diyor. Nazım içinde “Bir Nazım sarhoşuyum. Ezbere canımı verebilirim.” ifadesini kullanıyor. Yakın arkadaşı Cemal Süreya’ya da “Ama sen ki benim yarı parçamsın. –Suyun ötesindeki parçamsın!” diye sesleniyor. Hayatın tecellisi işte, yaşam kavgasının orta yerinde Diyarbakır’da doğup 2 Haziran 1991’de Ankara’da yaşama veda ediyor.
Şair Ceketli Çocuk!
Şairleri, yazarları var bu dünyadan iz bırakıp, yol açıp gidenleri bu memleketin, bir de Şair Ceketli Çocuğu var Kazım Koyuncu adında. Kendi dilinde şarkılar söyleyip birlikte horon teptiğimiz Kazım Koyuncu var bir de Haziran’a ad olan.
7 Kasım 1971, Hopa’da doğup, daha 33 yaşındayken 25 Haziran 2005’de İstanbul’da yaşama vedasını bırakandır Kazım Koyuncu. Hemşinlidir, Laz diye bilinse de o Hemşinlidir asıl olarak. Bir algıdır ve de dil alışkanlığıdır, Karadenizli olan herkese Laz diye bilinir. Oysa orada birden çok ulusal etnik kimliklerde insanlar yaşamaktadır. Hemşinliler de bunlardan biridir. Çok küçük yaşlarda müzikle tanışmıştır. 1980’li yılların sonunda İstanbul’a taşınmıştır. İlk olarak amatör rock müzik yapmış, 1990’lı yılların başında arkadaşları ile bir çok değişik yerlerde küçük çaplı konserler vermiştir. 1994 yılında Laz müziğini rock müziği ile birleştirerek kendi tarzını yarattı. Aynı yıl Bayer Şahin ve arkadaşları ile birlikte Zuğaşi Berepe adında bir grup kurdular. 1995 yılında grup Va Mişkunan adlı ilk albümlerini yayınladı. 1998 yılında ikinci albümleri İgzas’ı çıkardılar. Bu albümden sonra grup dağıldı. Kâzım Koyuncu kendi özel müzik çalışmalarına devam etti. 2001 yılında, ‘Viya!’ adlı ilk solo albümünü yayınladı. „Hayde”, “Koçero”, “Dido”, “Ben Seni Sevduğumi de Dünyalara bildirdum”, “Ella Ella” şarkıları hemen herkesin aklına gelir ve mırıldanır.
Kazım Koyuncu ile Avrupa’ya konserler için geldiğinde tanıştık. Hem sahnede hem de günlük yaşamında ele avuca sığmaz biriydi. Her işin mutfağındaydı, kibirden, kapristen uzak, içimizden biriydi. Engin gönüllüydü, sevecendi, çocuk ruhluydu. Kendi deyimiyle “Kaldırın, kaldırın gözlerimden şu sisini yüzyılların. Bir çocuk gibi görmek istiyorum her şeyini dünyanın” diyordu. Kendi safını bilen, duruşu olan biriydi Kazım Koyuncu. “Devrimi düşlüyorsan ona göre yaşarsın. Yürüyüşün farklı olur” deyipte yürüyüşü farklı olanlardan biriydi. Toplumsal sorunlara sanatçı olarak duyarlı, ilgili biriydi. “Bütün dünyanın, bütün toprakları hepimizindir. Bütün şarkılar, dünyadaki tüm insanlarındır.Tüm topraklarda memleketimizdir. Yerim yurdum yoktur benim, dünyada bir yerdeyim” diyordu. Çok genç yaşta, en verimli döneminde kanser illetine yenik düştü. Son kez sahneye çıktığında “Hayatım boyunca Türkiye’deki sistemle mücadele ettim. Sonunda fark ettim ki sistemle kanser aynı şey. Bütün savaşlardan beter bir savaş. Saklanacak yerin yok. Ne yer, ne gök, ne de suyun altı” diyerek şarkılarıyla geçti aramızdan.
Haziran günlerinde eserleri mirasımız, anıları emanetimiz olarak yaşayacaklar…