Hindistan’daki bu felaket, tek başına Hindistan Halk Partisi ile açıklanamaz. Aşı milliyetçiliği ve ayrımcılığıyla damgalanmış mevcut dünya düzeni de bunun bir sorumlusu. Hindistan’da vaka sayıları artmaya başladığında ABD, aşılar için gerekli olan malzemelerin ihracatını engelleyen yasağı kaldırmayı reddetmiş, ancak kamuoyu baskısından sonra bu kararından geri adım atmıştı. Ve […] ülkeler hala Hindistan ve Güney Afrika’nın, Dünya Sağlık Örgütü’nün patent kısıtlamalarını kaldırması yönündeki taleplerini reddediyorlar.
Hindistan’daki korkunç Covid krizi sadece zengin ülkelerin aşıları stoklaması ve patent haklarına sahip olmasının bir sonucu değil, aynı zamanda halk sağlığından önce karları gözeten aşırı sağcı Narendra Modi hükümetinin eseridir.
Hindistan Başbakanı Narendra Modi, hiçbir şey değilse bile bir şovmendir. Yarattığı kişi kültü ve partisi aşırı sağ Hindistan Halk Partisi’nin (Bharatiya Janata Party) yönetim tarzı, görüntü ve imaj yaratma üzerine kurulu. Uzun yıllar boyunca Modi’nin, patlak veren skandal veya partisinin başarısızlığı ne olursa olsun, her seferinde bunlardan kurtulup, eskisinden de popüler olarak çıkacağı düşünülüyordu. Modi’nin politikaya atılışından bu yana da bu doğrulanmıştı, “Gujarat Kasabı” (2002’deki Müslüman karşıtı ayaklanmasında oynadığı rol nedeniyle) lakabından kurtulmuş, ABD’nin lobi çalışmalarıyla “Ekonominin Kurtarıcısı” sıfatını almıştı.
Özellikle geçtiğimiz dönemde, koronavirüs kaynaklı kapanmaların ve kısıtlamaların ilk günlerinde Modi, kendini “bilge, ak sakallı, ağır başlı Hindu lider” olarak sergilemeye çalıştı. Fakat şu sıralar Hindistan ve bütün dünya, Modi’nin bütün bu çabalarını boşa çıkaracak görüntüler ve hikayelerle karşılaşıyor. Hızla yükselen virüse bağlı ölümlerle başa çıkmak için parklarda ve boş alanlarda ölüleri yakmak zorunda kalan şehirler, hayati önemdeki tıbbi malzemelerde, özellikle oksijen tüplerinde yetersizlik, az miktarda dozun bulunduğu aşılama merkezleri önünde biriken kalabalıklar ve sosyal medyadan, haberlerden veya birer birer insanlardan duyduğumuz acı ve ölüm dolu hikayeler.
Hindistan bu noktaya nasıl geldi? Mike Davis’in daha Mart 2020’de pandemi üzerine yaptığı ilk analizler, durumu aydınlatmaya yardımcı oluyor. 1918-19 pandemisinde, dünya genelindeki ölümlerin yüzde 60’ının, o zaman İngiliz sömürgesi olan Hindistan’da yaşandığını belirtiyor. “Tarih, özellikle yetersiz beslenme ve gizli hastalıklarla etkileşimin bilinmeyen sonuçları, bizi, Covid-19’un Afrika ve Güney Asya’nın varoşlarında daha ölümcül bir yol izleyebileceği hakkında uyarıyor.”
Fakat bunun böyle olması gerekmiyordu. Hindistan 1947’de bağımsızlığını kazandığında milliyetçi liderler, İngiltere’nin yeni oluşturulmuş “Ulusal Sağlık Hizmeti”nin örnek alınması gereken bir model, “ulusun kalkınması için hayati önemde olan ve en hızlı biçimde ulaşılması gereken” bir hedef olarak gördüler. Ancak, bağımsızlık sonrası Nehrucu “sosyalizmin” (özel sermayenin o dönemdeki gücüne bakılınca yanıltıcı bir ifade olsa da) en yüksek noktasında dahi, yönetimdeki Hindistan Ulusal Kongresi, herkesi kapsayan bir sağlık sistemi kurmayı başaramadı.
1980’lerden başlayarak, neoliberalizme geçişle bu model, kamu sektörünün sağlık sisteminin sorumlusu rolünden giderek çekilmesiyle tamamen terk edildi. Son yıllarda Hindistan’ın sağlık harcamaları, komşu ülkelere kıyasla çok düşük -GSYİH’nin yaklaşık yüzde birine denk düşüyor.
2014’te iktidara gelişinden beri Modi hükümeti de bu uygulamaları devam ettirmek ve derinleştirmekten başka bir şey yapmadı. Hükümet, Covid kriziyle ciddi ve dikkatli bir şekilde mücadele etmek isteseydi bile, sağlık altyapısının mevcut durumu nedeniyle bu, çok kısıtlı bir mücadele olurdu. Belki de ülkenin korunmasızlığının farkında olduğundan Modi, aşırı-sağ milliyetçi emsalleri olan Donald Trump ve Jair Bolsonaro’ya kıyasla pandemiyi ilk zamanlarda ciddiye almışa benziyordu.
Bu şahıslar pandeminin varlığını reddederken, Modi dünyanın en sıkı kapanmalarından birini uygulamaya koyuyordu. Fakat pandemiye verilen bu erken ve proaktif cevap da Modi’nin, gösterişi detaylı planlamaya tercih edişinin izlerini taşıyordu. Tam kapanmayı, uygulamaya geçmesine sadece 4 saat kala duyurarak, yaklaşık 120 milyon göçmen işçinin birden işini kaybetmesine ve yurtlarından uzakta kalmalarına sebep oldu. Ülkenin son derece mobil ve güvencesiz işçi sınıfı için pek de “kıymetli” koruma ve destekler sunmuş, genelde kilometrelerce yolu yalın ayak yürüyerek evlerine dönmeye çalışan göçmen işçiler polis şiddeti ve devletin umursamazlığının hedefi haline gelmişti.
Sebep olunan bunca gereksiz acıya rağmen, kapanma, temel amacına dahi ulaşamadı. Halk sağlığı uzmanları kapanmanın, bir süreliğine virüsün yayılmasını yavaşlatması bakımından başarısını belirtmiş, fakat asıl amaç olan sağlık altyapısını güçlendirmek için zaman yaratmak hedefinden çıkıp, başlı başına yeterli bir çözüm olarak görülmeye başlanmasını da vurgulamıştır. Vaka sayılarının senenin ilk aylarında düşmesiyle Modi ve hükümeti zafer sarhoşluğuna kapılırken, endişe veren mutasyon haberleri daha Ekim 2020 gibi erken bir tarihte dahi duyulmasına karşın olası bir ikinci dalgaya karşı hiçbir önlem alınmamıştı.
Elde edilen bu gereksiz özgüven, ikinci dalga geldikten sonra da devam etti. Viral olan bir tweette de belirtildiği gibi, Hindistan Halk Partisi’nin (HHP) Sağlık Bakanı 7 Mart’ta “artık Covid’in sonuna vardıklarını” açıklamış ve 17 Nisan’da Modi bir mitingde, hayatında hiç bu kadar büyük bir kalabalığı görmediğini belirtmişti. Trumpvari yorumları, hükümetin asıl öncelikleri hakkında ipuçları veriyordu. Halk sağlığına odaklanılması gerekirken, HHP’nin şu ana kadar hiç yönetimde olmadığı ama Hint milliyetçisi politikalarının hızla zemin kazandığı Batı Bengal eyaletindeki seçimlere odaklanılıyordu.
Yine bu politika, Kumbh Mela olarak bilinen kalabalık bir Hindu dini törenine hükümet tarafından izin verilmesinde de rol oynamıştı. Virüsün yayılmasını önemli ölçüde hızlandırmasına karşın rejimin ideolojik yönelimlerinden dolayı, pandeminin başlarında bir etkinlik düzenleyen İslamcı Tebliğ Cemaati’ne (Tablighi Jamaat) yönelen sert tepkiyle karşılaşılmadı. Birçok ülkede olduğu gibi, pandemi toplumsal çelişkileri keskinleştirdi ve Hindistan’da din, cinsiyet ve kast alanlarında kutuplaşmalar derinleşti.
Ama ikinci dalga görmezden gelinemeyecek kadar ciddileşti ve Modi hükümeti, yapmayı en iyi bildiği şeyi yapmaya başladı: suçu başkasına atmak ve eleştirileri zorla susturmak. Kısa bir süre önce merkezi hükümet, Twitter’dan hükümetin pandemi yönetimini eleştiren yüzlerce tweet’
i silmesini istemiş, Facebook da çarşamba günü, Modi’yi istifaya çağıran bir hashtagi bir süreliğine engellemişti.
Daha rahatsız edici bir şekilde, Uttar Pradeş eyaletinin aşırı muhafazakar Başbakanı Yogi Adityanath, eyaletteki oksijen tüpü eksikliği hakkında “dedikodu yayanların” (gerçeği söyleyenlerin) mallarına el konulması şeklinde bir yönerge yürürlüğe koydu. Bütün bunlar olurken hükümet, aşı fiyatı politikasını da serbestleştirerek aşı üreticilerinin daha yüksek fiyatlar belirleyerek karlarını artırmalarına, işçi sınıfınınsa pahalılaşmadan dolayı aşıdan mahrum kalmasına sebep oldu.
Hindistan’daki bu felaket, tek başına HHP’yle açıklanamaz. Aşı milliyetçiliği ve ayrımcılığıyla damgalanmış mevcut dünya düzeni de bunun bir sorumlusu. Hindistan’da vaka sayıları artmaya başladığında ABD, aşılar için gerekli olan malzemelerin ihracatını engelleyen yasağı kaldırmayı reddetmiş, ancak kamuoyu baskısından sonra bu kararından geri adım atmıştı. Ve […] ülkeler hala Hindistan ve Güney Afrika’nın, Dünya Sağlık Örgütü’nün patent kısıtlamalarını kaldırması yönündeki taleplerini reddediyorlar.
Bu ulusal ve uluslararası umursamazlığa karşı sıradan insanlar, aktivistler, farklı sivil toplum kuruluşları, var olan boşluğu doldurmak için seferber olup, resmi ve resmi olmayan geniş çaplı yardım çalışmaları yürüttü. Örneğin, Modi hükümeti (pandeminin ilk günlerinde neoliberal tarım yasalarının meclisten geçmesinden sonra başlayan) Delhi sınırlarında kamplar kuran çiftçi eylemcilerini şeytanlaştırmaya devam ederken, çiftçiler, ikinci kapanmayla boğuşan göçmen işçilere, kampların kapılarını açtı.
Bu tarz çabalar, hükümetin pandemi yönetiminde yeri olmayan dayanışma ve temel insani ahlakını gözler önüne seriyor. Hükümetin “insanlığa karşı suçlarına” karşı büyüyen öfke, yüksek can kaybı yüzünden duyulan acıya karışıyor. Şair Meena Kandasamy’nin birkaç gün önce yazdığı gibi; “Ölülerimiz için, duygusuzluğumuz için yas tutuyoruz. Kaybolan onurumuz için, bize her gün “Hindistan benim yurdum” ve sonuna sessizce “benim yurdum bir krematoryum” dedirten onur için yas tutuyoruz”.
*R.B. Moore’nin jacobinmag.com adlı internet sayfasında yayınlanan yazısı Azad Özmez tarafından ETHA için çevrilmiştir. Yazının aslı şuradadır.