Bütün olan ve olanlar bir tarihin tekerrürüdür. Evet acı ve sıkıntılı ama gerçekte budur. Ermenileri, Rumları, Süryanileri, Alevileri ve Kürtleri ne çabuk unuttunuz? Mustafa Suphi ve on beşleri Karadeniz’de boğarken bunları bir gün yaşayacağınızı hesap etmediğiniz bellidir. Seyid Rıza, Şeyh Said, Deniz’i, Mahir’i, İbo’yu katlederken pek de sevinçliydiniz. Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ı demir parmaklıklar arkasına göndermek için kalkan elleriniz, Yenikapı ruhunu yaratmak için Recep’in arkasında saf duruşunuz, Kürtlerin evini başına yıkarken, tezkerelere el kaldırırken, HDP’ye bütün yapılan zulümlerde çıkmayan sesiniz bugün geldi sizi vuruyor ama çok geç. Değil mi?
Maraş’ta, Dersim’de, Koçgiri, Ağrı, Zilan, vb. katliamlarda ve HDP’li belediyelere kayyum atanırken neredeydiniz? Gözünüz aydın beyler ‘atı alan Üsküdar’ı geçti’. Yok saydıklarınız, katlettikleriniz, zindanlarda çürüttükleriniz, doğum yapmak üzere olan nenem Fate Hemad’ı katıldığı cemden dolayı 1937 yılında götürüp zindana tıktığınız, annemin zindanda doğmasına sebep olduğunuz zulümleri unutmadık ve siz bütün yaptıklarınızın hesabını vermediniz. Bugün sizden daha güçlü bir soytarı çıktı bütün yaptıklarınızı size çektiriyor. Zamanı gelince bugün çektiklerimizi ve çektiklerinizi halklarımız o sırtlana ve zihniyetine misliyle soracaktır.
Kimsenin ahı kimsede kalmaz. Acı, zulüm ve ölüm sadece birer kelime değildirler. Yüzyıllardır bize yaşatılan ve yaşadıklarımızdır. Ama biz bütün bunlarla birlikte küllerimizden yeniden yeniden doğduk. Bizi kaç kere yendiyseniz bir o kadar tekrar ayaklandık ve yürüdük. Bugün Canan Kaftancıoğlu bunları hak etmiyor. Ama Figen de Selahattin de etmiyordu. O zaman sustunuz hatta kendi devletiniz ve bekanız için el kaldırdınız. Bugün o kaldırdığınız ellerin, çıkarmadığınız sesin hesabını veriyorsunuz.
Kim ölümü, zulümü, katliamı, soykırımın tohumlarını ekerse bir gün gelir onu misliyle biçer. Herkes için bu ölüm niye bu haksızlık, adaletsizlik niye diye haklı olarak soruyoruz. Umarım bunlardan bir ders çıkarılır ama bütün yaşadıklarımız ve gördüklerimizden sonra maalesef nafile diyoruz. Bugüne kadar bu topraklarda ekilen bir zulümdür, ölümdür, kandır ve göz yaşıdır. Sizler unutabilirsiniz ama tarih unutmaz ve biz unutmayız ve unutturmayacağız.
Hepimizin hatası ve eksiği bütün yaşananlardan olanların bir daha olacağını göremediğimiz ve ona uygun davranamadığımızdır. Kısaca değindiğim gibi bu olanlar, saldırılar ne ilk ve ne de sondur. Bu devlet ve zihniyet var olduğu sürece son da olmayacaktır. Tarihe az zulüm ve katliam not düşürmediniz. Bu topraklar kanlı topraklardır. Bunların esası sizin ve sizin zihniyetinizin ürünüdür. Koca Anadolu ve Mezopotamya’yı medeniyetler mezarlığına çevirdiniz. Başkasının yıktığınız ve yok ettiğiniz evinin ve kemiklerinin üzerine kendinize ev ve yurt kurdunuz. Medeniyetlerin, halkların ve inançların külleri üzerinde kurduğunuz binalar sizleri boğuyor. Tutuşturduğunuz yangının alevleri arasında kendinize gelecek inşa ediyorsunuz bu tutar mı? Eni sonu inşa ettiğiniz bu bina ve devlet başınıza yıkılacaktır. Bu yıkıntıların altında bize yaşattıklarınızı misliyle yaşayacaksınız. Çünkü sizin canınız tatlıdır acı çekmeye alışık değildir. Yok edersen yok olursun bu tarihin bir cilvesi ve kaçınılmaz sonucudur. Kimsenin ahı kimseye kalmamıştır bu böyle biline.
Size yaşanmış bir hikâye anlatayım. Bu zulüm yapanların bir gün bu zulmün kendilerine dönmeyi düşünmediklerinin gerçeğidir. Sıranın kendilerine geldiğinin pratiğini bugün yaşıyoruz.
Üç inanç önderi olan Ali Dede, Papaz Kirkor ve Şehmuz Hoca sabahleyin birlikte yola çıkarlar. Yazın sıcağında kavrulur, susuzluktan iflahları kesilir ve açlıktan takatları kalmaz. Dolayısıyla yürüyemez haldedirler. Yollarının üzerinde görünürde ne bir ev ve ne de bir yeşillik vardır. Buna rağmen saatlerce yola devam ederler. Önlerindeki dağı tırmanırlar ve önlerinde bir bahçenin olduğunu görürler. Bahçenin etrafı çevrilidir. “Allahın/Tanrının bir lütfu”na sevinirler.
Bahçenin kapısını açan üç inanç önderi hem bahçeyi hem de varsa birileri rahatsız etmemek amacıyla ipek bir halıya basar gibi yumuşak toprağı adımlayarak bahçedeki çeşmenin başına gelirler. Suyun sesi ve suya olan özlem o an dünyanın diğer nimetlerine olan özlemi yok eder ve unutturur. Şükür ederler Allaha/Tanrıya. Ellerini yüzlerini yıkarlar, aklanır, paklanırlar ve bol bol su içerler. Birbirlerine suyun nimetlerini anlatırlar. Su hayat verir, su yıkar, su temizler, su alır gider bütün kiri, pası ve kini. İnsan su gibi temiz olmalı…
Alevi dedesi anadan üryan havuza atlar, temizlenir ve serinlenir. Arkadaşları müdahale eder. Yapma, etme bir gören olur. Dede, şu anda su gibi tertemizim, hiçbir şey umurumda değildir. Kalbi kirli olanın gördüğü de ve yaptığı da kirli olur. Bu dünyada herkes görmek istediğini görür. İnsanın güzelliğinde yaradanı görmek istemeyenler ancak şeytanı görürler.
Papaz Kirkor, “karnımız aç, birkaç salatalık, domates alsak diyorum, siz ne dersiniz?”
Ali Dede, “ben bilmem. O dünyada sorarlar, ben orda cevap vermesini de bilmem.”
Şehmuz Hoca, “ben olur derim. Aldıklarımızın parasını çeşmenin başına koyarız. Kimseye zarar vermemiş oluruz.”
Aldıkları domates ve salatalığın parasını çeşmenin başına görünecek şekilde taşın altına koyarlar. Kapıdan çıkacakları sırada karşılarına birisi çıkar.
“Ooo ağalar hayırdır, ne yapıyorsunuz?”
Durumu anlatırlar. Aldıklarının parasını çeşmenin başına bıraktıklarını söylerler.
“Peki içtiğiniz su, bir de yıkandınız, suyumu kirlettiniz.”
“O Allahın/Tanrının suyu. Akıyor gece gündüz. Allahın/Tanrının bütün yaratıkları ondan faydalanır. O su senin olamaz” der Ali Dede.
“Benim arazimin içinde, bu toprağı satın aldım.”
“Senin toprağından çıktıktan sonra kimin toprağına akıyor? Bu suyu zaptedebilir misin?”
“Anlamadım?”
“Ya da şöyle diyeyim, bu toprağın kaç metre derinliği sana ait?”
“Bilmem. On yirmi, ne kadar istersem benimdir.”
“Bilmezsin tabii. Ben söyleyeyim. Bu su binlerce metre derinlikten süzülerek geliyor, bütün gökyüzünü dolanarak geliyor. Bu topraktan çıktıktan sonra geçtiği her yere hayat vererek gidiyor. Söyler misin bana, nasıl bu yer, gök sana ait oluyor, sen nasıl bu dünyayı satın alabilirsin? Söyler misin?”
“Ben onu bunu bilmem. O suyu oraya toplayan, orda çeşme yapan, havuz yapan benim.”
“Uçan kuşlar, yılanlar, kaplumbağalar, böcekler o sudan faydalanır.”
“Ama insanlar değil.”
“Neden insanlar değil?”
“Allah/Tanrı insana el vermiş, göz vermiş, akıl vermiş ki kendi suyunu, ekmeğini kendi bulsun” der bahçe sahibi. Tartışma uzar, anlaşamazlar ve kavgaya dönüşür.
Bahçe sahibi önce Kirkor’u alır karşısına, “Papaz Efendi hadi bunlar Müslüman! Dinimiz bir. Sen neyine güvendin de girdin bir Müslümanın bahçesine?” der ve girişir Papaza ve baygın hale getirir.
Ali Dede’ye döner, “Sen söyle Ali Dede. Namaz kılmazsın, oruç tutmazsın, sen niye girdin bahçeme?” Ali Dede bir şeyler anlatmaya çalışır ama nafile yarı baygın bir halde papazın yanına yığılır.
Hocanın karşısına geçen bahçe sahibi Hoca’nın yüzüne bakmadan, “Behey Hoca Efendi, seni dinimizden bildik! Dinimiz bir, dilimiz … Bunları niye soktun bahçeme? Müslüman olan Müslüman’a bunu yapar mı?” Şehmuz Hoca’yı da diğer ikisinin yanına yığar.
Üç inanç ve din önderi kan revan içinde inlerken Ali Dede: “Biz başta Kirkor’u dövdürmeyecektik” der.
Şehmuz Hoca, “Haklısın biz bunu hak ettik. Bu bize daha azdır” der.
Almanya’da Hitler faşizminin tipik bir örneği olan Papazın hikâyesini hepimiz biliyoruz. Her iki örnekten de olduğu gibi, Canan Kaftancıoğlu’nun başına gelenler ve gelecekleri görmek istemiyorsak Selahattin’i ve Figen’i dövdürtmeyecektik. HDP’ye dönük saldırılara, Belediyelere kayyum atanması ve dokunulmazlıkların kaldırılmasına sessiz kalmayacaktık.
Bugüne kadar yaşadıklarımız ve yaşatılanlarla yüzleşir ve ders çıkarırsak faşizmin bu saldırılarını boşa çıkarırız.