Gerçeğin yalın, devrimci analizini yapan politik güçler için bu katliam beklenmedik ya da şaşırtıcı sayılmaz. Bilakis, başka faktörler bir yana, politik sürecin belirgin özellikleri ile faşist şeflik rejiminin varlığı ve krizi, bu türden kanlı ve kirli saldırıların objektif zeminidir. Saldırganın Fransız olması, akli dengesine dair yapılan spekülasyonlar ve kriminal sicili, katliamı genel geçer ırkçılık kategorisinde ele alma algısını hızla örgütlemeyi, bu yolla faşist şeflik rejiminin rolünü perdelemeyi amaçlamıştır. Oysa her şey son derece berrak; katliam faşist şef ve saray cuntası tarafından planlanmış, MİT ve kontrgerilla tarafından uygulanmıştır. Açık ki, Fransa istihbaratı ve devleti de bu katliamın suç ortağıdır.
Geçen haftaki başyazımızda faşist şeflik rejiminin 2023 seçimlerine doğru giderken İstiklal Caddesi’ndeki kontrgerilla eylemiyle yeni bir saldırı dalgasının startını verdiğini, “Halkların iradesini kırmak ve kesin sonuç almak için saraydaki faşist çete yapılanmasının çok daha sert ve kirli saldırı hazırlıkları içinde olduğunu” ifade etmiş, 2023’ün her bakımdan daha kaotik ve yeni sonuçlar açığa çıkarabileceğini belirtmiştik.
Bu tespitlerin üzerinden birkaç gün geçmeden, 23 Aralık’ta, Paris’teki Ahmet Kaya Kürt Kültür Merkezi’ne ve Kürtlerin işyerlerine dönük silahlı saldırı yaşandı. Saldırıda, Kültür Merkezinde bulunan, aralarında Kürt özgürlük mücadelesinin öncü kadın kadrolarından KCK Yürütme Konseyi Üyesi Emine Kara’nın da (Evîn Goyi) bulunduğu üç kişi katledildi.
Gerçeğin yalın, devrimci analizini yapan politik güçler için bu katliam beklenmedik ya da şaşırtıcı sayılmaz. Bilakis, başka faktörler bir yana, politik sürecin belirgin özellikleri ile faşist şeflik rejiminin varlığı ve krizi, bu türden kanlı ve kirli saldırıların objektif zeminidir.
Saldırganın Fransız olması, akli dengesine dair yapılan spekülasyonlar ve kriminal sicili, katliamı genel geçer ırkçılık kategorisinde ele alma algısını hızla örgütlemeyi, bu yolla faşist şeflik rejiminin rolünü perdelemeyi amaçlamıştır. Oysa her şey son derece berrak; katliam faşist şef ve saray cuntası tarafından planlanmış, MİT ve kontrgerilla tarafından uygulanmıştır. Açık ki, Fransa istihbaratı ve devleti de bu katliamın suç ortağıdır.
Türk burjuva devleti köklü bir kontrgerilla cumhuriyetidir. Bu isimle anılmasından ayrı, işlev olarak profesyonel bir devlet organizması olan kontrgerillanın varlığı burjuva cumhuriyetten daha eskidir. Kontrgerilla, M. Kemal rejimi tarafından İttihat ve Terakki’den devralınarak reorganize edilmiş, iç ve dış muarızlarına karşı sistemli şekilde kullanılmış, 1952’deki NATO üyeliğiyle birlikte ise uluslararası karşı devrimci, antikomünist örgütlenme zincirinin önemli bir halkası olmuştur. Denilebilir ki, devletin bir örgütü olarak işlev gören kontrgerilla, bu tarihten itibaren adım adım devletleşmiştir.
2007-2015 aralığında sert bir iç çatışmayla yeniden organize edilen bu kanlı yapılanma, faşist şeflik rejiminin en agresif örgütlenmesi olarak yönetim gücü haline geldi. Kontrgerilla, önceki dönemlerdeki “görünmez”, “mistik” yapısından farklı olarak faşist şeflik rejiminde açık ve dolaysız bir iktidar gücü oldu. İşgalci savaşlar, uçaklar, tanklar, toplar kadar çok daha sofistike saldırı biçimleri, sabotaj, suikast, psikolojik savaş ve her türlü komplo, AKP-MHP iktidarının günlük siyasal yönetim unsurları oldu. Saray, kontrgerillanın kurumsallaşmış merkezi haline getirildi. Sakine Cansız’ın katledildiği Paris saldırısı, Gezi ayaklanması ve 6-8 Ekim serhildanının bastırılması, 7 Haziran öncesi kanlı saldırılar, Amed, Suruç, Ankara katliamları, işçi Gökhan Güneş’in kaçırılması, Rojava’da komünist önder Bayram Namaz’ın, İzmir’de Deniz Poyraz’ın, Süleymaniye’de Nagihan Akarsel’in katledilmesi, devrimci güçlere dönük faşist psikolojik savaş, İstiklal Caddesi’nde patlatılan bomba ve son Paris katliamı, geride kalan 10 yıllık geçmişte daha yüzlercesi sayılabilecek kontrgerilla suçlarının yalnızca en bilinenleri olarak kayda geçti.
Sömürgeci diktatörlüğün faşist şeflik rejimi karakterindeki örgütlenme biçimi ve düzeyini kavrayamayanlar ya da eşyayı adıyla çağırmaktan kasıtlı olarak imtina edenler, doğal olarak ne 7 Haziran sonrası gelişen karşı devrimci darbe sürecini anlamlandırabildiler ne de onun açık sonuçları olan infaz ve katliamların sorumlularına karşı mücadelede özneleşebildiler. Bu görüş açısından yoksun olanlar için haliyle İstiklal saldırısı kınamakla yetinilen bir “terör” eylemi, Paris katliamı genel geçer bir ırkçı katliamken, devrimci şiddet veya kitle şiddeti ise provokasyon oldu. Siyasal değerlendirme yelpazesini genişleterek değerlendirecek olursak, sarayın, faşist şeflik rejiminin seçimlerle yenilgiye uğratılabileceği düşüncesi de aslında bu kavrayışsızlıktan ürüyor. Oysa basitçe söylersek, diyelim ki İmamoğlu’na getirilen siyasi yasak da yargı mekanizmasını doğrudan elinde tutan sarayın, iktidar şebekesinin, kontrgerillanın kararıdır. Bu güç, burjuva siyaset sahnesini de mevcut yönetimin ihtiyaçlarına göre açıktan dizayn etmektedir. Bir hukuksuzluktan bahsedilecekse eğer, bu ancak rejimin faşist şeflik karakterine vurgu yapılarak söylenebilir. Diktatör, kendisini herhangi bir yasa ya da anayasayla sınırlamamıştır. Yani, Türk kontrgerillasının kuruluş belgesi olan Sahra Talimnamesi 31’de vurgulandığı gibi “…bir gayri nizami kuvvetin yer altı unsurları kural olarak kanuna sahip değillerdir.”
Bu açıdan saray cuntası yasal, anayasal bir güç değildir. Ne iktidara geliş biçimi ne de kendisini örgütleme biçimi (faşist şeflik rejimi) herhangi bir anayasa ya da yasayla sınırlanmış durumdadır. Devlet tekeli üzerindeki iktidarını korumak için de bir kural veya yasa tanımayacaktır. Seçim yoluyla iktidardan vazgeçmesi ancak birden fazla faktörün siyasal bir denklem oluşturmasıyla soyut şekilde mümkündür. Oysa İstiklal Caddesi ve Paris katliamları, İmamoğlu kararı, gerillaya dönük kimyasal silah kullanılması, HDP’yi kapatma hazırlıkları, Rojava’ya dönük yeni işgal planları, seçimleri kazanmayı garantileyecek her türlü yasal veya yasa dışı düzenleme ve DBP Eş Genel Başkanı Keskin Bayındır’ın tutuklanmasında olduğu üzere, öncü kuvvetlere dönük devlet terörünün tırmandırılması gibi çok sayıda gelişme ise faşist şefin seçimlerle gitmeyeceğini gösteren son derece somut verilerdir. Faşist şeflik rejimi, zaman zaman çelişkili bir ilişki görünümü sergilese de emperyalist müttefiklerinin de açık-gizli desteğiyle geniş bir coğrafyada Türkiye ve Kürdistan’ın devrimci, yurtsever, komünist güçlerine karşı yok edici bir savaş yürütmektedir. Mücadelenin bu en ileri unsurlarının iradesini kırmak demek, işçi sınıfı ve ezilen halklarımızın teslim alınması, faşist şeflik rejiminin kurumsallaşmış yapısını güvencelemek demektir.
Bu süreci tersine çevirmek ise elbette mümkündür. Ne ki, bu, kendisini seçim taktiğiyle sınırlamayan, burjuva muhalefet güçlerinin çürütücü bekleme koridoruna girmeyen, düzen içi hayallerle avunmayan, faşist kontrgerilla saldırılarına karşı antifaşist güçleri hazırlayan, emekçiler arasında özsavunma bilincini geliştiren, katliamcı saldırılara karşı politik refleksi diri tutan, irili ufaklı hesap sorma eylemleri örgütlemekte cüretli davranan, tüm enerjisiyle bu genel anlayış etrafında birleşik cepheyi örgütlemeye yönelen bir stratejiyle mümkündür.
Faşist saldırganlığın, kontrgerilla eylemlerinin tırmanacağı, bir tür iç savaş konjonktürünün örgütleneceği bir süreçteyiz. Devrimci sosyalistler bir yandan kendi öz örgütlenmesini büyütürken, diğer yandan antifaşist mücadeleyi örgütlemenin sorumluluğuyla hareket etmeli, yeni mücadele yılını bu görüş açısıyla örgütlemelidir. Paris, Hewlêr, Rojava ya da İstanbul fark etmez; faşist şeflik rejimi dört bir yanda kirli savaş planlarını devreye sokmuş durumda. Duraksamadan her türlü mücadele biçimini örgütlemek bu siyasal dönemin hangi yöne evrileceğini tayin edecek ana unsurdur. Seçimler, kitleleri yalnızca bu temelde saflaştırmaya ve bu bilinçle örgütlemeye hizmet edecek bir politik süreç olarak işlev görecektir.
Paris katliamının bir kez daha orta yere serdiği gerçek budur.
*İşçi Sınıfı ve Ezilenlerin Sesi ATILIM gazetesinin 30 Aralık tarihli 95. sayı başyazısı.