Paris Olimpiyatlarına sayılı günler kala, olimpiyatların tarihine ve politik karakterine kısa bir bakış sunalım.
Olimpiyatların kökeninin M.Ö. 8. yüzyılda, Antik Yunan’ın Olimpia kentinde düzenlenen oyunlara dayandığı düşünülüyor. Olimpiyatlar, site devletleri arasında yapılan, zaferleri ve kurbanları Tanrılara adanan, toplulukların birbirleriyle bağ kurmasını sağlayan ve rekabeti başka bir mecrada yeniden gündemleştiren etkinliklerdir. Sporcular, çok önemli figürlerdir; keza topluluklarını temsil etmektedirler.
O dönem için olimpiyatlar, zaferleri ve şanları Tanrılara ve hükümdarlara sunulan, iktidarın gücünün ve kudretinin ispat alanlarından biri olarak tarih sahnesine çıktı. “Sporun amacı” spor değildi; ondan esas beklenti de estetik veya yeteneklerin “sergilenmesi” değildi; sporcu, kazanmalıydı. Kazanılan her başarı, topluluğun ve ona hâkim olanın başarısıydı; sporcu, sahada topluluğunu ve hükümdarını temsil ediyordu.
Bu “antik olimpiyatlar”, Milattan Sonra 393 yılında, Roma İmparatoru Thodosius’un talimatıyla kaldırılır. Gerekçe, oyunların “putperestlikten” kalma bir geleneği yansıtmasıdır.
Bugün hâlâ gündemimizde olan Olimpiyatların ilki ise 1896 yılında, Yunanistan’ın başkenti Atina’da düzenlendi. Avrupa, büyük bir “buhran” ile yüz yüzeydi. Bir yandan meşhur hayalet dolaşmaya devam ediyor ve Paris Komünü ardından burjuvazi, yeni toplumsal kalkışmalara hazırlanıyordu; öte yandan ise savaşlar kapıdaydı. Burjuvazi serpiliyor, işçi sınıfı da giderek siyaset sahnesinin kurucu öznelerinden birine dönüşüyordu.
Pierre de Coubertin, 1863-1937 yılları arasında yaşamış Fransız bir pedagogdu ve ülkesinin Almanya karşısında aldığı askeri mağlubiyetten oldukça üzgündü. Aklına Olimpiyatları güncellemek fikri geldiğinde Coubertin, henüz 31 yaşındaydı. Bu parlak fikri ilgililerle paylaşmak üzere Sorbonne Üniversitesinde bir kongre organize etti: Milattan önce Olimpia’da başlayan gelenek, bugünün dünyasına uyarlanarak yeniden başlatılmalıydı. Bu girişim, hem Fransız gençlerinin sportif yeteneklerinin gelişmesine hizmet edecek hem de Hristiyan ahlakının emirlerinden biri olan “fiziksel gücü” önemli bir amaç hâline getirecekti!
- Yüzyıl başlarında ABD’deki olimpiyatlar, sporun sermaye düzeniyle imtihanını çarpıcı bir örneğini ortaya koyuyordu: ABD, Almanya, Büyük Britanya gibi güçlü sermaye birikimine sahip ülkelerin sporcuları, gelişmiş tesislerde ve ciddi olanaklarla antrenman yapar ve “ülkelerini” temsil ederken, diğer ülkelerin sporcuları kıt olanaklarla yarışmalara katılıyorlardı.
Hitler faşizmi de 1936 yılında Berlin’de düzenlenen Olimpiyatları propagandasına malzeme yapacak; faşizmi ve Alman milletinin hükmünü dünyaya ispat etmek için bir gösteriye dönüştürecekti. Ne var ki faşizmin bu gösterisi, siyah bir atletin, ABD’li James Cleveland “Jesse” Owens’ın başarısı ile gölgelenecekti: 100 metre, 200 metre, 4×100 metre ve uzun atlamada 4 altın madalya kazanan atlet, Nazilerin “beyaz ırkın üstünlüğü” tezini sahada yenilgiye uğratıyordu. Adolf Hitler, stadyumu terk etti.
Kısacası olimpiyatlar toplumun sınıflara bölündüğü ilk çağdan beri sınıfsaldı, politikti. Günümüzde de egemen sınıflar sporu birleşmenin değil, ayrışmanın, kolektivizmin değil, bireyciliğin gelişimi yolunda kullanıyor. Bir yandan ırkçılığın malzemesi yapıyor, diğer yandan tüketim kültürünün kitleselleşme alanı olarak değerlendiriyor.
* Atılım Gazetesinin Avrupa Eki’nin (atilimavrupa1994@gmail.com) 26 Temmuz 2024 tarihli Avrupa Gündemi köşesi