Hitlerin ikinci dünya savaşını başlattığı 1 Eylül 1939 tarihi, 1981 yılında Birleşmiş Milletler kararıyla Dünya Barış Günü ilan edilirken, 7 Eylül 2001 tarihinde yapılan BM genel kurulunda bu tarih 21 Eylül olarak değiştirildi. Ancak BM kararına rağmen birçok ülke hâlâ 1 Eylül’ü Dünya Barış Günü olarak kutlanmaya devam etmekte.
BM kaynaklarında yazdığına göre Dünya Barış Günü’yle çatışmaların önlenmesi ve barışın tesisi yolunda bilinçlenme hedefleniyor. Ve her 21 Eylül tarihinde Japonya’nın tüm kıtalardan çocukların bağışladığı bozuk paralardan yaptırdığı ve bugün BM merkezinde bulunan “barış çanı” çalınıyor.
Barış, denilebilir ki sınıflı toplumlarla birlikte, genel olarak ezilen sınıfların gerçek dileği ve özlemi olmuş iken, ezen sınıflar bakımından ise anlık veya konjonktürel çıkarlar üzerinden, daha çok da geniş kitleleri aldatmanın aracı olarak kullanılageldi. Kapitalizmle birlikte ortaya çıkan uluslararası kurumlar da barışı, egemen sınıfların elinde bir enstrüman olarak kullanmasına yardımcı olan figüran kurumlar olarak propaganda edegeldiler.
BM de kendisinden önceki kurumlardan farklı olmadı. Özellikle ikinci dünya savaşı sonrası oluşan iki kutuplu dünyada tahtaravalli gibi bir o yana bir buyana gidip gelen bu kurum, özellikle revizyonist SB’nin 89-90’daki çözülüşünden sonra ABD öncülüğündeki emperyalist kampın tam güdümüne girdi. En büyük barış çığırtkanlığı yapanlar, dünyadaki savaşların temel yürütücüsü idiler. 60 ve 70’lerde Vietnam’da, Kamboçya’da gerçekleşen savaşlar, tüm Latin Amerika ülkelerinde gerçekleşen askeri darbeler, iç savaşlar bir yana, 90 sonrası Irak’ta, Balkanlar’da Afganistan’da, Libya’da, Somali’de vb. gerçekleşen tüm savaşlar; ve son olarak Ukrayna savaşı ya BM onayıyla ya da üç maymunu oynadığı koşullar içerisinde batı emperyalizminin savaş politikalarının bir sonucu olarak gerçekleşti.
Şüphesiz ki aleni gerçekleşen bu savaşlara batı emperyalizminin siyasal, askeri ve ekonomik olarak aktif bir biçimde desteklediği on yıllardır İsrail Siyonizminin Filistin halkına karşı gerçekleştirdiği katliamları, sömürgeci faşist Türk devletinin Kürt halkına karşı uyguladığı soykırımı, Sri Lanka’nın Tamil halkına karşı gerçekleştirdiği kırım savaşlarını da eklediğimizde “barış” kavramının egemen sınıfların dilinde ezilenlere karşı ideolojik aldatma silahı olarak kullanıldığını açıkça görmüş oluruz.
Hiç şüphesiz ki barış talebi nesnel koşullar içerisinde pekala ilerici bir rol oynayabilir. Emperyalistlerin ve bölge gerici devletlerin alabildiğine silahlanma yarışına girdikleri, değişik alanların ve coğrafyaların emperyalist, gerici, faşist rejimler tarafından işgal edilmeye çalışıldığı, insanlığın bugün birçok alanda kan banyosuna tutulduğu, yeni bir emperyalist paylaşım savaşı hazırlıklarının hızla yapıldığı günümüz koşullarında dünya halklarının özlemini duyduğu barışı dillendirmek ancak ve ancak gerçeklerin tam biçimiyle ortaya konmasıyla anlamlı olabilir. Zira insanlığın özlemini duyduğu barışı, bizzat savaşların yaratıcısı emperyalist kapitalistlerden beklemek, kurbanın kendi boynunu kasabın önüne uzatmasından başka bir anlama gelmeyecektir.
Barış kavramının kendisi de sınıflarüstü olmadığına göre, gerçek barışı elde etmek için tüm yerel, bölgesel paylaşım ve işgal savaşlarına karşı mücadeleyi derinleştirirken, kapitalizme karşı sosyalizm mücadelesini de geliştirmek; savaşı savaş politikalarının üretildiği saraylara doğru genişletmek görevi işçi sınıfı ve ezilenlerin, onların politik öncülerinin omuzlarındadır. 1 Eylül yaklaşırken emperyalist şarlatanların savaş politikalarıyla birlikte ikiyüzlü “barış” naraları da sokakta güçlü yanıtlanmayı bekliyor.
* Atılım Gazetesinin Avrupa Eki’nin (atilimavrupa1994@gmail.com) 30 Ağustos 2024 tarihli Perspektif köşesi