Hâlâ dünya halklarının hafızasında tazeliğini koruyan İtalya’da Musolini, Almanya’da Hitler ve İspanya’da Franco Avrupa sermayesinin en kanlı iktidarları olarak tarihe geçti. Coğrafik olarak farklı ülkelerde olsalar da iktidara yürüyüşleri, yönetim biçimleri birbirinin kopyası oldu. Sonrasında halkların mücadelesi sonucu iktidardan düşürülseler de, bir kez toplumsal kalkışmalar döneminde işe “yararlılığını” gören burjuvazi tarafından hep yedek lastik olarak bir kenarda tutuldular.
Toplumsal ve ekonomik kutuplaşmanın, sosyal adaletsizliğin ve emperyalist çelişkilerin gittikçe daha fazla derinleştiği ve egemenler için tehlikeli hale geldiği günümüz Avrupa’sında da ırkçı ve faşist partiler, her türlü ikiyüzlü demokrasi çığırtkanlığı eşliğinde AB emperyalistleri tarafından açık veya gizli bir biçimde desteklenmeye devam ediyor.
Avrupa Birliği’nin (AB) 2014 yılında demokratik olmayan partilere yardım yapılmayacağını açıklamasına rağmen, ırkçı-faşist partilerin AB bünyesinde oluşturdukları APF ve AENM gibi ortak birliklere maddi yardımda bulunduğu ortaya çıkmıştı. Almanya’da ise ırkçı-faşist NPD’nin kapatılmasına dönük yapılan başvuru, Anayasa Mahkemesi tarafından “hayır”la yanıtlanmıştı. Gerekçesinde ise “NPD’nin anayasa düşmanı ve nasyonal sosyalizm ile düşünsel yakınlık içinde bulunduğuna, ancak faaliyetlerinin başarıya ulaşmasını sağlayacak ağırlığa sahip olmadığı” iddiasına sarılmıştı.
Alman burjuva mahkemelerinden farklı bir sonuç da beklenemezdi zaten. Irkçı ve faşist bir yapılanma olarak göçmen katliamlarından, mülteci kamplarının kundaklanmasına, saldırgan çete gruplarının Alman kent sokaklarında korku estirmesinden, Alman istihbaratının içine yerleşmiş ve yönlendiriyor olması gibi birçok kirli yüzü ortaya çıkmış böylesi bir yapılanmanın varlığını sürdürmesi ancak devlet ve devlet kurumlarının desteğiyle mümkün olabilir; anayasa mahkemesi de bu kurumların başında geliyor. Alman devletinin NSU cinayetleri davalarında sergilediği tutum, Anayasa Mahkemesi’nden de ne bekleyebileceğimizin sınırlarını çiziyor.
NPD gibi bildik açık faşist partilere dokunmayan Avrupa egemen sınıflarının, Le Pen, AfD gibi yeni faşist hareketlere de kapıyı sonuna kadar açtıklarını biliyoruz. Bunun son örneği olarak geçtiğimiz hafta sonu Avusturya’da yapılan genel seçimlerde birinci olarak çıkan faşist Avusturya Özgürlük Partisi’ni (FPÖ) görüyoruz.
Açık ki Avrupa’da ırkçı ve faşist partiler en yüksek düzeyde AP ve Avrupa devletleri tarafından besleniyor, büyütülüyor ve hatta kimi örneklerde olduğu gibi yönetiliyor. Bunun içindir ki bugün Avrupa’da geliştirilmekte olan ırkçı ve faşist harekete karşı mücadele, kapitalizme karşı mücadeleyle at başı gidiyor. Her ne kadar burjuva mahkemelerinde söz konusu ırkçı-faşist partilerin kapatılması için verilen hukuki mücadele belli bir öneme sahip olsa da, esas olanın faşizme karşı alttan halk hareketinin örgütlenmesi hayati yerde duruyor.
Irkçı ve faşist hareket sadece göçmenler için değil, aynı zamanda yerli işçi ve emekçiler için de büyük tehlike arz ediyor. Son yüzyıllık dönem bunun örnekleriyle dolu. Öyleyse kapitalist-emperyalistlerden en ufak bir beklenti içerisine girmeden, tabandan antifaşist, devrimci hareketi geliştirmek, birleşik ve güçlü ittifaklar yaratmak ancak bizi faşizme karşı zafere götürebilir.
* Atılım Gazetesinin Avrupa Eki’nin (atilimavrupa1994@gmail.com) 4 Ekim 2024 tarihli Avrupa Gündemi köşesi