Faşizm ve neofaşizm tüm dünyada olduğu gibi Avrupa’da da tüm insanlık için bir tehlike olarak gelişimini sürdürüyor. Son on yıla baktığımızda, gerçekten de, faşist partilerin ve faşist liderlerin, art arda birçok ülkede, devlet başkanlığı, başbakanlık, koalisyon ortaklığı, hükümet partisi gibi pozisyonları ele geçirdiklerini veya en azından ciddi oy artışları gerçekleştirdiklerini görüyoruz. Kendinden olmayanlara karşı; kadın ve LGBTİ+ düşmanlığında sınır tanımayan bu hareketler, dünya halklarının üzerine bir gazap gibi çökme peşindeler.
Fransa’da Ulusal Cephe, Almanya’da AfD, İngiltere’de Farage koalisyonu, İtalya’da Kuzey Ligi, İspanya’da Vox, Yunanistan’da Altın Şafak, Avusturya’da Özgürlük Partisi, Belçika’da Flaman Blok, Hollanda’da Özgürlük Partisi, Finlandiya’da Hakiki Finler Partisi, Norveç’te İlerleme Partisi ve daha başkaları bu tabloyu oluşturuyor. Irkçı faşist partiler burjuva siyaset sahnesinin artık kabul gören oyuncuları.
Dünya tekellerinin “dünya fabrikası” inşa etmeleri, sermayenin küresel dolaşımı önündeki her türlü ulusal çitin kaldırılmasını dayatmaları, mali oligarşinin çıkarına uluslararası yasaları devreye sokmaları ve kapitalizmin çevre ülkelerinde de içsel bir olguya dönüşmeleri, nihayetinde burjuva ulus-devletin ayağını bastığı toplumsal maddi temeli çekip aldı. Yeni-sömürge ülkeler mali-ekonomik sömürgelere dönüştü. Bu süreçte mali-ekonomik sömürgelerde yaşanan şiddetli sınıfsal yıkım, Batılı kapitalist merkezlere emekçi göçünü alabildiğine artırdı. Ortadoğu’da yayılan emperyalist saldırganlık ve savaşlar ise, devasa bir yoksul nüfusun Avrupa’ya akışını tetikledi.
İşçilerin sosyal hakları budandı, ücretleri düşürüldü. Taşeronlaştırma, örgütsüzleştirme ve güvencesizleştirme alabildiğine yayıldı, işsizlik çığ gibi büyüdü. Sermayenin ucuz işgücü ülkelerine kayışı, kapitalist merkezlerdeki işçileri, ücretlerin düşmesi veya işsizlik ikilemiyle yüz yüze bıraktı. Küçük mülk sahiplerinin mülksüzleşmeleri ve proletarya saflarına itilmeleri ivme kazandı. Zenginler ile yoksullar arasındaki uçurum hızla ve misliyle büyüdü. “Refah devleti” uygulamaları tarihe karıştıkça, sermaye-emek ve devlet-halk çelişkileri keskinleşti.
İki dünya savaşı arası dönemde İtalya ve Almanya’da doğan faşizm başlangıçta nasıl kapitalizmin genel krizinin yıkıma uğratıp güvensizleştirdiği orta ve küçük burjuvazinin çıkarlarını programlaştırdı ve işçi sınıfı yığınlarını etkilediyse, bugünkü faşizm de ya mülksüzleşen orta sınıflara ve işsizleşen işçi sınıfına dayanıyor ya da en azından bu sınıfların çeşitli talepleriyle demagojik bağlar kuruyor. Tekelci sermayenin ayrıcalıklarına, geleneksel burjuva siyasetçilerin yozlaşmışlıklarına, entelektüellerin sahtekarlıklarına karşı politik ajitasyon, dünkü ve bugünkü faşist liderlerin dillerinde hayli benzeşiyor.
Kimi ülkelerde aynı zamanda öncelikle sokakta siyasi etkinliklerini büyütmeyi temel alan faşist hareketler de var, Fransa’da Ulusal Cephe veya Avusturya’da Özgürlük Partisi gibi seçim başarılarına öncelik veren de. Her halükarda yeni faşizm, tıpkı feyz aldığı tarihsel deneyimlerde olduğu gibi, hem sokağa, hem sandığa, hem de gündelik hayata nüfuz etme yönelimde. Faşist paramiliter çetelerin henüz ortalıkta öyle yaygın kol gezmemeleri, bunların politik mücadelelerdeki sertleşmeye bağlı olarak yayılıp güçlendirilmeyeceklerinin kanıtı asla olamaz.
Dolayısıyla faşizme ve neofaşizme karşı mücadele her dönem olduğu gibi bu dönemde de güncelliğini koruyor. Kapitalist sermayenin vurucu gücü olarak beslenen bu hareketlerin günlük yaşamın her alanında etkilerinin daraltılması ve yok edilmesi işçi sınıfı ve emekçilerin, kadın ve gençlerin, LGBTİ+ ve göçmenlerin bilinçlendirilmesi ve karşı hamleye katılmalarıyla ancak mümkün olabilir. Bu nedenle sosyalist gençlik örgütü Young Struggle’ın başlatmış olduğu “Ayağa kalk, diren, faşistlerle savaş” kampanyası ideolojik, politik ve örgütsel olarak değerlendirmeyi hak eden bir kampanya olarak önümüzde duruyor.
* Atılım Gazetesinin Avrupa Eki’nin (atilimavrupa1994@gmail.com) 17 Ocak 2025 tarihli Perspektif köşesi