Kafkasların en eski halklarından olan Çerkesler esasen 1400’lü yıllarına kadar devletsiz ‘ilkel komünal toplum’ yaşam tarzına sahiptiler. Kendi içlerinde oluşturdukları toplumsal sistem, kendi iç dinamiklerine ve ortak yaşam biçimine dayanıyordu. Çerkesya’da iç kabilelerin kendi aralarındaki savaş ve rekabet son derece az olmuştur ama imparatorlukların savaşlara dayanan toprak işgalleri nedeniyle hemen her dönem çatışma alanına dönüşmüştür. Çerkesya coğrafyasının savaşların en önemli alanı olmasının nedeni tarihten gelen jeopolitik pozisyonundan kaynaklanıyordu. İngiltere ve Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı’nda, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında belirledikleri Kafkasya merkezli ‘Kalpgah Stratejisinin’ merkezinde Çerkesya coğrafyası önemli bir alanı oluşturuyordu.[1] Bu nedenle Çerkesya tarihi esasen katliamlar tarihi olanak bilinir.
1864 Çerkes sürgünü, tarihte pek bilinmemekle aslında bir Çerkes soykırımı niteliği taşıyan, yaşanmış korkunç bir trajedidir. Bütün dünyanın gözü önünde Çerkesler, kendi isteği dışında öncelikle Osmanlı devletine, bir bölümü ise bugünkü Balkan ve Ortadoğu ülkelerine sürülmüştür. Bu trajedi Rus-Kafkas gerginliğinden kaynaklanmış ve Kafkasya bir kan gölüne dönmüştür. Örneğin, “coğrafi olarak dış etkilere açık, stratejik önemi daha büyük Batı Çerkesya’da ise yerli halk sürgün edilip, mülklerine el konularak yerlerine Rus nüfus yerleştirildi. En yoğun 1863-64 yıllarında olmak üzere, 1858’den itibaren yüz binlerce Çerkes Osmanlı yönetimiyle anlaşmalı olarak Karadeniz kıyılarından gemilerle Anadolu ve Balkanlar’a taşındı. Azak Denizi’ne dökülen Kuban Nehri’nin ağzından Abhazya’da Bzıp Nehri’ne kadar Karadeniz şeridi, dağların kuzey yamacı da dahil olmak üzere tamamen boşaltıldı. Kayıtsız şartsız teslim olmayı kabul edenler Kuban bölgesindeki düzlüklere yerleştirildi.”[2]
Çerkeslerin Rus Çarlığı’na karşı verdiği bu savaşı “halkın tümünün bizzat katıldığı haklı bir özgürlük savaşı” olarak değerlendiren Karl Marx, Çerkes Ulusal Kurtuluş Savaşı hakkında 7 Temmuz 1864’te şöyle bir yorum yapmıştı: “Rusya’nın Kuzey Kafkasyalılara uyguladığı aşırı önlemleri Avrupa’nın aptalca bir umursamazlıkla karşılaması kendileri için daha kolay oluyor. Polonya’nın özgürlükçü ayaklanmasının sindirilmesi ve Kafkasya’nın işgali olaylarını 1815 yılından bu yana Avrupa’nın en ciddi olayı olarak değerlendiriyorum” diyordu.[3]
Çerkeslerin vermiş olduğu ‘ulusal kurtuluş mücadelesi’ Rus Çarlığın yürüttüğü ve uzun yıllara yayılan kanlı savaşlar sonucu fiilen son buldu. Kafkas-Rus Savaşları 21 Mayıs 1864’te Çerkeslerin yenilgisiyle sonuçlanmasından sonraki saldırılar esasen bir soykırıma dönüştü. “Rusya, Kafkasya’yı işgal etmekle yetinmemiş, sürgün politikalarıyla Çerkesya’yı yerli halktan arındırmış, Çerkesya’yı %85’lere varan oranlarda boşaltılmasıyla” öldürülen binlerce Çerkes’ten geri kalanlar tehcire ve sürgüne gönderildi.[4]
Bazı Çerkes kabilelerinin soykırımdan etkilenişi.
Kabileler | Soykırımdan önce | Soykırımdan sonra | Hayatta kalan oranı | Öldürülen veya sürgün edilen oranı |
Toplam | 1.235.240 | 86.655 | 7.015% | 92,985% |
Kabartaylar | 350.000 | 50.000 | 14.28% | 93.000% |
Şapsığlar | 300.000 | 1.983 | 0.661% | 99.339% |
Abzehler | 260.000 | 14.660 | 5.648% | 94.362% |
Natuhaylar | 240.000 | 175 | 0.073% | 99.927% |
Çemguylar | 80.000 | 3.140 | 3.925% | 96.075% |
Bjeduğlar | 60.000 | 15.263 | 25.438% | 74.561% |
Memhığlar | 8.000 | 1.204 | 15.050% | 84.950% |
Ademıylar | 3.000 | 230 | 7.667% | 92.333% |
Ubıhlar | 74.000 | 0 | 0.000% | 100.000% |
Janeler ve Hatıkuaylar | 100.000 | 0 | 0.000% | 100.000% |
Tahmini olarak 35000 kişinin Avrupa’ya, 1,2-1,5 milyonu Osmanlı yurduna; İstanbul ve Anadolu’nun kimi bölgeleriyle bugünkü Ürdün, Suriye, İsrail ve Libya’ya gönderilir. Bunların 500 000’e yakın bir bölümü bu göç yollarında ölür. Açlık, yokluk hastalık sonları olur. Samsun’a çıkan Adigelerin sayısı 70000 iken ölenlerin sayısı 60000’dir. [6]
Dağların doruklarından sökülüp yayan yapıldak limanlara yığılan milyonlarca insan… Karadeniz’in azgın sularına bırakılan kadınlar, çocuklar, yaşlılar… Öldüğünü anlayıp da Karadeniz’e atılmasınlar diye, anneler ölü çocuklarına durmadan -yaşıyormuşcasına!- ninni söylermiş! Bu ninni ‘Şiş Naniy’ yani bir sürgün ağıdıdır.
‘’ninni yavrum, ninni,
uyu yavrum ninni,
evlerinde değilsin annenle babanın,
karadeniz’in koynundasın.’’
Ve 21 Mayıs; Karadeniz’i daha karartan tarihtir; Karadeniz’in toplu mezara dönüştüğü günün simgesidir.
Çerkeslerin asıl trajedisi ise bundan sonra başlamıştır. Çünkü; Çerkesler Anadolu topraklarına gelmeden önce Osmanlı İmparatorluğu ile Rus Çarlığı arasında 1856’da Kafyasya dağlı nüfusunun kısmen göç etmesini öngören anlaşma imzalanmış, Kafkasyalı göçmenlerle ilgili yasa (Muhacirler Hakkında Kanun ) Osmanlı’da 9 Mart’ta yürürlüğe girmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu ise Anadolu’ya getirilen Çerkeslerin, Rus Çarlığı’yla yaptığı anlaşma gereği çok büyük bir kesimini Karadeniz bölgesinin dışında çok uzak bölgelere yerleştirdi. Çerkesler, Osmanlı İmparatorluğu’nun en uç bölgelerine yerleştirererek, kendi aralarındaki tarihsel, kültürel ve etnisiteye dayanan bağları koparmak, uluslar kimliklerini bütünüyle yok etmek, İslami değerler üzerinde onları devlete bağımlı hale getirme stratejisini uyguladı. Bugün farklı devlet sınırları içerisinde Çerkesler bulunuyor. Bunun nedeni bu devletlerin geçmişte bu bölgelerin Osmanlıların sınırları içerisinde yer almasıydı. İmparatorluk yönetiminin Çerkesleri uzak bölgelere yerleştirmesinin nedeni Osmanlı ülkesinde savaşacak dinamik askeri gücü kalmadığı içinde Çerkesleri ‘yeni’ askeri güç olarak kullanmak istiyordu. Bunu nispeten başarılı bir şekilde uyguladı.
600 yıllık Osmanlı geleneğinin doldur-boşalt politikası, Osmanlı’nın Anadolu ve Balkanlarda her girdiği coğrafyada şiddetli bir imha sonrasında kendine bağlı güçler oluşturması, ardından ise boyun eğmemiş olan halklara dönük sürgün, zorunlu göç politikalarını Türkiye Cumhuriyeti devralmış ve devreye sokmuştur.
Osmanlı’da devletin güvendiği nüfus daha çok Müslümanlaşırken, hiçbir halka güvenmemiştir. 1912’den itibaren mübadele ve tehcirlerle devlete ulus yaratmak üzere demografi mühendisliği uygulamalarıyla nüfus homojenleştirilmiş, önce gayrimüslim halklardan başlanıp saldırı tüm halklara yayılmıştır. 1912’de nüfusun %20’sini oluşturan gayrimüslim halkların 1927’de nüfusa oranı %2,6’ya kadar düşürülmüştür. 1914’te Bulgar ve Rum tehcirini, 1915 Ermeni ve Süryani tehciri ve soykırımı, 1919 Pontus katliamı, 1921’de Diyarbakır, Van, Bitlis, Elaziz’deki Kürt isyanlarının katliam ve zorunlu göç politikalarıyla bastırılması, 1930’larda Ağrı, Zilan, Koçgiri ve Dersim’de Kürt halkına dönük katliamlar izlemiştir. 1921 Kürt isyanlarını bastırmakla sorumlu dönemin Valisi ‘sakallı’ lakaplı Nureddin Paşa ‘isyan bölgesine’ giderken devletin halklara dönük politikasını özetlercesine;
‘Zo diyenleri (yani Ermenileri) temizledik, Lo diyenlerin (Kürtleri kastederek) köklerini de ben temizleyeceğim’ demiştir.
Sonraki yıllarda başlayan Türk-İslâm asimilasyonu Çerkesleri yok olma aşamasına getirmiştir. Anadillerini, etnik ve kültürel kimliklerini yitirmişlerdir. Ekim Devrimi’nden sonra Kuzey Kafkasya’da kalan Çerkesler özerk devletler bünyesinde ulusal kimliklerini koruma ve geliştirme imkânına kavuşsalar da Türkiye’de her şeyden mahrum bırakılmışlardır. Çerkesler için uydurulan “Kafkas Türkü” söylemi ve Türk milliyetçiliğine dayalı “tek dil, tek millet, tek vatan” uygulamaları onları devletle ve Türk kimliğiyle bütünleştirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra da Çerkesler, sistemin dinamik bir gücü olarak kullanılmaya devam edilmiştir. Çerkeslerin ‘Kafkas Türkü’ olduğu iddiası yıllarca Çerkesler arasında bir asimilasyon aracı olarak kullanılmaya devam edildi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk iç sürgününü Çerkesler yaşadı.
Yeni rejimin inşası arifesinde, savaşın hemen ardından, Ankara’nın Gönen-Manyas bölgesinde sürgün kararının alınmasının en önemli nedenlerinden biri; ulus-devlet inşa sürecinde Çerkeslerin kimlik müzakerelerini ve Çerkes halkının “Türklük”e entegre olma ve hayatta kalma stratejisinin göstergesidir. Savaştan galip çıkan
Cumhuriyet Türkiye’sinin milliyetçi kadrolarından bazılarının; Gönen, Manyas ve Bandırma’da yerleşik Çerkesleri; Afyon, Sivas, Tokat, Urfa, Muş, Bitlis, Konya ve Malatya taraflarına dağıtarak açıktan söylenmese bile onları asimile etmeyi amaçladıklarında bir mutabakat vardır. (Afyon, Sivas, Tokat, Urfa, Muş, Bitlis, Konya, Malatya) iki yanlı (bir yandan Çerkesleri asimile ederken diğer yandan o bölgenin halklarına karşı Çerkesleri kullanmak hedeflenmiş) bir planlama yapılmış gibi durmaktadır. [7] Devlet aslında hiçbir dönem Çerkeslere stratejik olarak güvenmedi. Onların toplumsal bir güç olmasına hiçbir şekilde izin vermedi. Kurtuluş Savaşı sürecinde Çerkes Ethem’in oynadığı rol bilinmesine rağmen onun ‘vatan haini’ olarak lanse edilmesi esasen Çerkes toplumuna karşı izlenen politikanın bir başka yansımasıydı.
Çerkes topluluğunun iç sürgün konusunda suskunluğa gömülmesi, iç sürgünü topluca unutmayı yeğlemeleri Türklük Sözleşmesi’ne dâhil olmalarının önkoşulu olmuştur. İç sürgün, 1864 sürgünü ile anavatanlarından kovulan diasporik bir topluluk için bir travmadır. Unutma pratiğinin bugün tek tük istisnai örnekler dışında devam ediyor olması, bu travmanın diri tutulduğuna işaret etmektedir. Bu bakımdan, Gönen Manyas sürgünü, bölge Çerkeslerinin hâkim milliyetçilikle ilişkilerinde ve kendilerine yönelik algılarında derin izler bırakan travmatik bir dönemeci anlatır.
Her ailenin ancak bir kağnı arabasının götürebileceği kadar eşyasını alabileceği sınırlamasıyla başlatılan sürgünde, Çerkesler mallarını yok fiyatına elden çıkarmak zorunda bırakılmışlardır. Jandarmalar tarafından kuşatılan köylere giriş-çıkışlar yasaklanmış, belirli alıcıların insafına bırakılan satışlarda; normal fiyatı 200 lira olan bir çift öküz en çok 30 liradan, koyunun çifti 7-8 liradan, en kaliteli atlar 20-25 liradan elden çıkarılmıştır.[8]
Devlet, Çerkesleri asimilasyona tabi tutarken aynı zamanda bölgedeki başka halklara karşı devletin bir gücü olarak kullanmak istedi. Osmanlı’dan başlayan Cumhuriyetle kesintisiz devam eden sistemin belirlediği stratejik politikası, Çerkeslerin tarihini, kültürlerini, geleneklerin ve en önemlisi etnik kimliklerini unutup, Türk-İslamcı bir tarzda asimile etmekti. Çerkesler, her ne kadar uzun yılların devletin politikalarının etkisinde kalmış olsalar da, bu süreç artık değişmeye başladı. Çerkesler, etnik kimliklerini, tarihsel değerlerini, kültürlerini yeniden tanımaya, anlamaya ve sahip çıkmaya başladılar. Bulundukları topraklardaki halklarla birlikte yaşama bilinciyle devlet dışı toplumsal yaşam içerisinde yeniden ortak örgütlenme bilincini geliştiriyorlar.
Açık olan şu: Çerkeslerin kendi toplumsal ve kültürel haklarını ancak bölge halklarıyla birlikte yürütecekleri ortak mücadele ile elde edebilirler.
1 Aktaran SLOAN Geoffrey, “Sid Halford J. Mackinder: Geçmişte Günümüze Kalpgah Kuramı, Jeopolit. Strateji ve Coğrafya, ASAM yay. 2003, syf:31
2 https://www.atlasdergisi.com/kesfet/kultur/kafkas-gocu-surgun-ve-iskan.html
3 http://www.circassiancenter.com/cc-turkiye/tarih/098_tarihsel_mucadele_surecinde_cerkesler.htm
4 http://www.circassiancenter.com/cc-turkiye/tarih/098_tarihsel_mucadele_surecinde_cerkesler.htm
5 https://tr.wikipedia.org/wiki/Rus-%C3%87erkes_Sava%C5%9F%C4%B1
6 http://www.circassiancenter.com/cc-turkiye/tarih/098_tarihsel_mucadele_surecinde_cerkesler.htm
7 http://www.ozgurcerkes.com/?Syf=22&Mkl=245965
8 Erken Cumhuriyet Döneminde Demografik Mühendislik ve Devlet İnşa Pratikleri: Gönen Manyas Çerkes Sürgünü-Eylem Akdeniz Göker
Betül Koca imzalı yazı 21 Mayıs 2020 tarihinde Yeni Yaşam gazetesinde yayınlanmıştır.