Hukukçular, son zamanların en çok tartışılan toplumsal kesimlerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Önümüzdeki aralık ayında İstanbul Barosu seçimleri var. Avukatların on yıllarca ceza aldığı, kimisinin açlık grevinde öldüğü bu dönemde, Özgürlükçü Avukatlar Grubu’nun (ÖDAV) adayı avukat Sezin Uçar ile adaylık sürecini ve avukatlık mesleğini konuştuk.
Sezin Uçar, 15 yıllık aktif bir avukat. Kendisi Özgürlük İçin Hukukçular Derneği üyesi ve Ezilenlerin Hukuk Bürosu’ndan. Kadınların, ezilenlerin, Kürtlerin, Alevilerin daha doğrusu adalet isteyenlerin adayı olarak görülüyor. Günümüzdeki mevcut hukuk ortamından başlayarak konuşuyor Uçar. Ona göre hukuk ve politika arasında daima güçlü bir bağ var. Yargının ve mevcut iktidarın ilişkisini anlatan Uçar, “Biz esasta hukukla politika arasında doğrudan bir bağ olduğunu düşünüyoruz. Dolayısıyla siyasetten tamamen bağımsız bir hukuk anlayışı tarihin hiçbir döneminde olmamıştır. Ama bugünkü dönemi diğer dönemlerden ayıran en temel şey; bugünkü mevcut siyasal iktidar kendi politikasını, kendi rejimini ve uygulamalarını doğrudan hukuk eli üzerinden yürütüyor. Ağırlıklı olarak da savunma makamı üzerinden uyguluyor. Dolayısıyla tarihin hiçbir döneminde rejimle bu kadar karakterize olmuş bir hukuk anlayışına rastlanmamıştır muhtemelen. Aslında bu daha çok faşist rejimlerin karakteristik özelliği… Bugün Türkiye’ye baktığımızda yargının hiçbir koşulda bağımsız karar alma yetisinin olmadığını görüyoruz. Özellikle avukatları dışında tutarak söylersek hakim ve savcılar bakımından bağımsızlık söz konusu değil. Bir tek avukatların verdiği adalet mücadelesi var. Bu baskıcı politikalara karşı çıkan sadece avukatlar var. Esasında bu mesleğimizin özüyle de ilgili… Egemenler karşısında halkların temsilcisidir avukatlar. Tarihin hiçbir dönemde iktidarla yan yana gelmemiştir” şeklinde konuşuyor.
Uçar’a göre bugün evrensel hukuk normları uygulanmıyor. Başta anayasa olmak üzere kanunlara riayet edilmiyor. AYM’nin verdiği kararı tanımayan mahkemeler söz konusu. AİHM’in verdiği kararları uygulamayan hakimlerin de mevcut: “Dolayısıyla evrensel hukuk normları, adil yargılama hakkı maalesef uygulanmıyor. Dolayısıyla biz bugün bir adaletten söz edemeyiz. Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere tüm yargı üzerinden iktidarın doğrudan bir baskısı ve yönlendirmesi söz konusu. İçişleri Bakanı’nın AYM başkanını hedef alan sözleri buna en yakın örnek. Hal böyle olunca AYM’nin verdiği kararları uygulamayan mahkemelere de sıkça rastlıyoruz. Bunun bir yaptırımı da söz konusu olmadığı için Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu kimi kararları yerel mahkemeler uygulamamakta diretebiliyorlar. Esasta bu kararın uygulanması gerektiğini biliyorlar ama iktidarla ters düşme çekincesi de yaşıyorlar. Yargıçlar bağımsızlıklarını, mahkemeler hukuki güvenirliklerini bu anlamda yitirmiş durumdalar” diyerek anlatıyor.
Uçar’a göre bir de infaz düzenlemesiyle farklı sorunlar doğuyor. Cezası bittiği halde hapiste kalmaya devam eden pek çok mahpus var. Çünkü orada ikili bir infaz sistemine geçildi. Adli tutuklular ve siyasi mahpuslar olmak üzere iki farklı infaz rejimi var. Dolayısıyla aynı mahkumiyeti almış kişiler arasında çok farklı uygulamalar var. Bu düzenlemeyle hapishane yönetimine çok fazla yetki verilmiş durumda. Kişinin tahliye olacağı tarihe adeta yargıçlar gibi hapishane idareleri de artık karar verebiliyor.
Son dönemde aynı dosyadan defalarca yapılan yargılamaları soruyorum genç adaya. Uçar, yapılanların politik olduğunu belirterek yanıtlıyor:
“Aslında bunlar bilinçli ve politik kararlar. Daha önce Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ için verilmiş bir karar var. Aynı dosya üzerinden… Her ikisi için ikinci defa tutuklama kararı verildi. Bu da Türkiye hukuk tarihinde bir ilk. Aynı suç nedeniyle iki defa yargılama yapılamaz, iki defa ceza verilemez. Ama 6-8 ekim ile ilgili ikisinin de bir iddianamesi olmasına rağmen aynı dosyadan ikinci defa tutuklandılar. Şimdi HDP’li yöneticilere yönelik bu operasyon da aynı hukuksuzluğun devamı şeklinde oldu. Bunlar daha önce ifade vermişlerdi. Ama aradan geçen 6 yıl sonra barışçıl nitelikteki eylemlere çağrı yaptıkları gerekçesiyle tutuklandılar. Bu da bir hukuksuzluk gerekçesi.”
Uçar aynı zamanda kadınların ve feminist kesimin de ilgiyle izlediği bir isim. Kadınlar barolarda yeteri kadar temsil edilmiyor. 82 barodan yalnızca iki baronun başkanı kadın… İstanbul Barosu hiçbir zaman bir kadın başkan tarafından yönetilmedi. Baroda kadınların temsil oranının yükseltilmesi gerektiğini kaydeden Uçar, sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Son dört-beş yıl içinde kadınlar çok ciddi bir toplumsal özne olarak hem Türkiye’de hem dünyanın çeşitli yerlerinde sahneye daha güçlü çıktılar. Kadınlar kendi varlık hakları için daha mücadeleci şekilde varlar. Bu da kadınların hem siyasi hem toplumsal alanlarda pozitif anlamda kazanımlarına yol açıyor. Mesela eşbaşkanlık böyle bir uygulamadır. Kota, eşit temsiliyet ve diğer pozitif ayrımcılık uygulamaları hep kadınların mücadelesindeki kazanımlardır. Ama bugün baro yönetimlerine baktığımızda kadın özgürlük mücadelesinin gelişim düzeyine paralel bir politikanın baro yönetimlerine sirayet etmediğini görüyoruz. Hem politik anlamda hem de yönetim mekanizmalarındaki temsiliyet anlamında bunu söyleyebiliriz. TBB başkanı ve İstanbul Barosu başkanı hiç kadın olmamış. Yönetim organlarındaki kadın oranları da son derece düşük. Kadın temsilini sadece bununla ifade etmiyoruz ama kadın mücadelesinin barolardaki etki düzeyini anlamak bakımından önemli görüyoruz. Kadın aklı baro politikasına eşlik etmiyor. Örneğin disiplin sürecinde bunu çok yaşıyoruz. Erkek meslektaşları tarafından cinsel bir suça maruz kalan kadın avukatların şikayetleri ve sonrasındaki süreç son derece hantal işliyor. Kadın lehine olmayan bir disiplin sürecinin işlediğini ve erkek meslektaşların yer yer korunduğunu görüyoruz. Yargı mekanizması içinde de bunlar oluyor. Bir kadın avukat adliyeye girdiği anda erkek güvenlik görevlisinden başlamak üzere, kalem müdürüne, kalem personeline, mahkeme başkanına kadar cinsiyetçi baskılara maruz kalabiliyor. Yakın süreçte bir meslektaşımızın etek boyu da mahkeme başkanı tarafından tartışılır hale gelmişti. Duruşma tutanaklarına yansıdı. Ama bir hakim, bir kadının ne giydiğine karışamaz. Yine ofiste çalışan işçi ve kadın avukatlar için bir de cinsiyetçilik sorunu var. Orda staj ve işçi sömürüsü dışında bir de cinsiyetçi sömürü yaşanıyor.”
ÖDAV’ın kadınlar ve kadın avukatlar için önemli bir model olduğunu belirten Uçar, yargının erkek egemen bir karakter taşıdığını kaydediyor. Pek çok kadının ve kadın avukatın çeşitli tacizlere maruz kaldığını ekleyen Uçar, “Yargının erkek egemen karakteri zaten ortada. İktidar kadınları kendi politikası için ikinci cins olarak görüyor. Eğitimden politikaya, her alanda yönlendiriyor. Kadın ve erkeğin eşit olmayacağını belirten söylemleri var. Kadına şiddeti doğuran da tam olarak bu söylemler. Bunu yargıda doğrudan görüyoruz. Haksız tahrik indirimiyle, kadına yönelik şiddet davalarındaki cezasızlık politikasıyla bunu görüyoruz. Yaşadığı şiddeti açıklayan kadınların yargılama süresinde ikinci kez tacize maruz kaldığını görüyoruz. Kadınlar hem yaşamak için adalet istiyor hem de özgürce yaşam tarzlarını sürdürmek için adalet istiyorlar. Biz hem kadın avukatların yaşadığı cinsiyetçi uygulamalar karşısında etkin bir baro hem de erkek egemen yargının karşısında duracak bir baro istiyoruz. O nedenle hem ben hem ÖDAV içerisinde yer alan pek çok kadın arkadaşımız şiddet gören kadınların, cinsel yönelimi ve cinsiyet kimliği nedeniyle haksızlığı uğrayan LGBTİQ’ların davalarını takip ediyoruz. Özsavunma haklarını kullandıkları için yargılanan kadınların da davalarını takip ediyoruz” diyerek kadın mücadelesinden hiçbir koşulda vazgeçmeyeceklerini vurguluyor.
Mevcut baronun tekçi, ulusalcı ve milliyetçi bir anlayışta olduğunu kaydeden Uçar, söz konusu devlet bekası kavramı olduğunda baronun içinde tek adam rejiminin ortaya çıktığını ifade ediyor. Uçar, “Özgürlükçü Demokrat Avukatlar olarak şu an mevcut baro anlayışının tekçi, ulusalcı ve milliyetçi barolar olduklarını düşünüyoruz. Kendileri sanki tek adam rejimine muhalifmiş gibi görünüyorlar ama devletin bekası söz konusu olduğunda bir meslek grubuna yakışmayacak açıklamalar yapabiliyorlar. Ulusalcı ve inkarcı görüyoruz. Özellikle Ermeni soykırımı konusunda ve Kürt sorunu konusunda inkarcı anlayışı açıkça destekliyorlar. İstanbul Barosu yönetimini kadın mücadelesi bakımından da asgari özgürlükçü ilkelerin çok uzağındalar. Tek adam rejimine karşılar ama baroda başka bir tek adam rejimini inşa etmiş durumdalar. Bunu şuradan örnekleyebilir: ÖDAV dışında hiçbir grup, kamuoyuyla başkan ve kurul listelerini aynı anda paylaşmadı . Önce başkan adaylarını açıkladılar. Ve seçim çalışmalarını da gruplarının isminden ziyade başkan adaylarının ismiyle yapıyorlar. Oysa biz benim ismim ve kurullara aday olan tüm arkadaşların ismini aynı anda paylaştık. Biz, başkanın yönettiği bir baro değil tüm yönetim mekanizmaların kollektivize olduğu bir yönetim modeli öngörüyoruz. Sadece yönetim kurulundaki meslektaşlar değil tüm avukatların bir biçimde yönetime dahil olacağı, baro meclislerinin daha da güçleneceği, her avukatın bir biçimiyle kendini yönetim mekanizması içinde bulabileceği bir yönetim biçimi öngörüyoruz. Tüm kurullarımızda yüzde 65 kadın temsiliyeti var. Dolayısıyla bir kadın aklı yönetimde mutlaka olacak. Toplumdaki tüm kadınların adalete erişebileceği bir model olacak” diyerek hedeflediği tabloyu anlatıyor.
Baronun “işçi avukatlar” konusunu gündeme almadığını hatırlatan başkan adayı, pek çok avukatın başka avukatların yanında asgari ücretin dahi altında ücretlerle çalıştığını ve emeklerinin sömürüldüğünü aktarıyor. Kendisi seçildiği takdirde bu soruna bir düzenleme getirmeyi düşünüyor. Böylece avukatlar arasındaki ezen-ezilen ilişkisi yok edilmeye çalışılacak. Diğer bir konuda stajyer avukat sorunu… Birçok avukat adayı daha okurken katıldığı çeşitli basın açıklamaları ya da eylemlerden dolayı davalık oluyor. Adalet Bakanlığı bu nedenlerden dolayı ruhsat almalarına onay vermiyor. Uçar’a göre mevcut barolar yine bu konuda da yeterli mücadele vermiyor.
Son olarak İçişleri Bakanlığı genelgesiyle baroların genel kurullarının ertelenmesi de değinen Uçar, şunları söylüyor:
“Avukatların ve savunma makamının siyasal iktidarın hedefinde olması da baroların genel kurullarının ertelenmesi yoluyla, TBB başkanı Feyzioğlu’nun görev süresinin uzatılmasının hedeflenmesi de bizler bakımından şaşırtıcı değil. Ancak Türkiye’nin en büyük barosu olan İstanbul Barosu’nun bu büyük hukuksuzluğu adeta sineye çekmesi kabul edilebilir bir durum değil. İstanbul Barosu’nun bu tavrı mesleğimizi, iktidar tarafından saldırıya daha fazla açık hale getirmektedir. ÖDAV olarak bizler bu durumun farkındayız ve nasıl mücadele edeceğimizi biliyoruz. O nedenle çok sayıda hukuk örgütü ve seçim grubuyla birlikte ortak bir açıklama yaptık ve genel kurulun ilan edildiği tarih olan 10 Ekim günü Haliç Kongre Merkezine ve İstanbul Barosu önüne tüm meslektaşlarımızı çağırdık. Ancak kongre merkezine alınmadık, İstanbul Barosu’nun olduğu cadde polis ablukasına alındı. Bizler pek çok avukatla ve seçim grubuyla birlikte sokakta, polis ablukasına rağmen açıklama yaptık. Ancak İstanbul Barosu biz avukatlara kapılarını kapattı. İstanbul Barosu çoklu baro yasasıyla ilgili nasıl etkin bir tutum alamadıysa, baroların genel kurullarının iptal edilmesiyle ilgili de etkin, mücadeleci ve avukatlardan yana bir tutum alamadı.”
(Maaz İbrahimoğlu – Ahval)