Hüseyin Torun
“En kötüsüne hazırlan başına iyisi gelirse sevinirsin”
Rus Çarı’ının gözünde Çerkesler dağlıydı ve medeniyet karşıtıdırlar. Teslim olup düze inmiyorlarsa “deport” edilecekler. O zaman ve bugün sömürgecilikten, ırkçılıktan ve faşizmden beslenenler aynı dili kullanıyorlar. Hep birlikte koro halinde “onlar da düze inselerdi” öldürülmeyeceklerdi ve sürülmeyeceklerdi. Bütün soykırım, iç savaş ve direnişlerde hikâye aynıdır. Bugün Kürtlere ve Alevilere, başka topraklarda başka halklara ve kültürlere aynı soykırım, kıyım, teslimiyet ve yaklaşım dayatılmaktadır.
Ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış özgür tutsak Sami ÖZBİL’in Ceylan Yayınları’ndan çıkan son romanı “KARA KUZGUN” kısa sürede ikinci baskısını yaptı. Yukarıda da belirtildiği gibi KARA KUZGUN romanı Çerkes/Adıge soykırım ve direnişini anlatıyor. 21 Mayıs 1864 tarihinde Çarlık Rusya’sında gerçekleşen soykırımın ardından on binlerce Çerkes, Rusya ve Kafkasya’dan Osmanlı’ya göç etmiş veya kaçmak zorunda kalmışlardır.
Türkiye’de birkaç milyon Çerkes yaşamaktadır. Soykırım ve iç savaşın ardından Osmanlı’ya gelen Çerkesler zorlu dönemler yaşamışlardır. Çerkesler için Osmanlı’ya geliş veya kaçışta kurtuluş olmamıştır. Çerkeslikleri unutturulmuş, dilleri yasaklanmış, bütün Müslüman topluluklar gibi onlar da Türk sayılarak asimile edilmişlerdir. En erken Türkleştirilen halklardan birisi de Çerkesler olmuşlardır. Kendi vatanında direnemeyenler doğal olarak sürgün gittikleri toprakların bütün yaptırımlarını kabullenmiş ve direnmemişlerdir. Ayrıca Osmanlı’nın kendilerine “sahiplik” ettiği için şükretmişlerdir. Cumhuriyetin kuruluş döneminde ulusal varlıkları ve talepleri için çeşitli adımlar atmışlarsa da diğer halklar, kültürler ve uluslar gibi bir sonuç elde edememişlerdir. Birçok halk gibi Çerkesler de sessizliğe gömülmek zorunda kalmışlardır.
21 Mayıs 1864 tarihi, Rus Çarı’nın gerçekleştirdiği Çerkes soykırımının tarihidir. Türkiye’de özellikle Karadeniz sahili, Kandıra ve Bursa yörelerinde Çerkesler kendi içlerinde soykırımı lanetlerler. Soykırım unutulacak gibi değildir. 1800’lü yıllardaki imparatorluklarda yaşanan katliam ve soykırımlardan birisi olan bu kıyım, büyük trajedi, tarihin çözümsüz sayfalarından birisi olarak yerini almıştır. Binlerce Çerkes teknelerle Karadeniz’in karanlık sularında boğulmuş, boğdurulmuş ve balıklara yem olmuşlardır. Bu katliam ve soykırımlarla hesaplaşılmadığı ve yüzleşilmediği için tarih tekerrür etmektedir. Bugün Ege ve Akdeniz’in azgın sularında binlerce mülteci sulara gömülmektedir insanlığın gözleri önünde. Her gün mültecilerin dramlarına tanık olmaktayız.
Hiçbir halka, ulusa, kültüre, cinse, topluluğa, canlı ve bitkiye kendi iradesi dışında yapılan müdahale meşru kabul edilemez. Bu müdahalelerin Amerika’da, Afrika’da, Ortadoğu’da ve Asya’da; başka topraklarda sömürgeciliğin yarattığı sonuçları hepimiz bilmekteyiz. Bu sömürgeciliği beslemekten başka bir sonuç doğurmaz. Bütün sömürgeciler ve vahşi kapitalistler dağı vahşilik ve şehri/düzü uygarlık olarak bize kabul ettirmek istiyorlar. Bunu kabul ettiğimiz takdirde acılarımız azalmaz, hafiflemez aksine daha da çoğalır ve derinleşir. Sonuçta bizi orada yok ederler.
Çerkesler kendi toprakları ve yaşam alanları için destansı ve meşru mücadeleler yürütürler. Çerkeslerin de Kürtler gibi güçlü aşiret bağları ve soyları vardır. Bir aşirete dönük yapılan katliam ve soykırım diğer aşiretleri çok fazla etkilemedi ve bunun için bir bütün halinde harekete geçmeleri ve direnmeleri mümkün olmadı. Bu uluslaşma sürecini tamamlayamamanın bir yansıması olarak da değerlendirilebilir.
Kara Kuzgun romanında Çerkesler ve Kürtlere göndermeler vardır. Aynı coğrafyanın halkları olmaları ve Çerkeslerin ilkin Ermeni ve Kürt topraklarındaki demografik yapıyı bozmak için Osmanlı’nın Batı Ermenistan ve Kuzey Kürdistan’a yerleştirilmeleri de önemli bir yerde durmaktadır. Ayrıca Çarlığa karşı savaşımda Çerkes ve Kürt Müslüman dayanışması söz konusudur. Kürtlerin Kafkasya’da iki bin yıla yakın bir geçmişleri vardır. Bundan dolayı da Kürtler ve Çerkesler Çarlık tarafından aynı zulmü ve aynı kaderi paylaşıyor genellikle. Ebruz Dağları ve İran sınırları içinde kalan Kürt dağları birbirine yakın halklar birbirlerine karışmışlardır. Bu durum kültürlerin ve halkların birbirlerinden etkilenmelerini arttırmıştır.
Sami ÖZBİL, bu tarih konusunu ve Çerkes direnişini bir tarihi roman olarak yazmıştır. Birçok ülkenin tarihini ilgilendiren bir tarih sürecinden hapishane koşulları ve sınırlı olanaklar içinde böyle başarılı bir roman yazmanın pek kolay olmayacağını teslim etmek gerekmektedir. Romanın konusu olan Çerkesler, Rusya, İran, Kürt ve Türk tarihinin ana konularındadır. Bu açıdan bu ülkelerin henüz toplum yüzüne çıkarılmamış tarihi gerçeklerinde konuyu açığa çıkarmak oldukça bir emek ve okumayı gerektirmektedir. Zaten Sami Özbil, ETHA’da (Etkin Haber Ajansı) çıkan bir röportajında romanı beş yılda yazabildiğini anlatmıştı.
Yine yazarımız Kara Kuzgun romanının kahramanı Çestav karakteri için şöyle bir özetleme yapıyor: “Paris modernizmin sembol kentlerinden. İlerlemeci pozitivizmin yataklarından biri. Geçmişinden, tarihinden utanma, kulp takma ve köksüzleşme eğilimlerinin baskın olduğu bir dönemdir. Oraya okul bahanesiyle gönderilen Çestav o bakıştan etkilenen, direnişi küçümseyen, bütün amacı ailesini kurtarıp Paris’e yerleşmek olan biri. Aslında 23 yaşına kadar dağlarda kalmış, Çar’ın subaylarından birini öldürmüş. Çarlık istihbaratından korunması için Paris’e gönderiliyor ama orada beş yıl içinden ‘aslından’ kopuyor, özgürlük mücadelesini küçümsüyor. Kopma, küçümseme ve Batı’ya hayran olma lümpenliğine başka pek çok örnekte rastlamak mümkün. Çestav’ın kişisel cüzi iradesi ile direnişin genel iradesi çarpışınca yenilen bireysel özentiler oluyor. Kafkasya’ya mağrur biri olarak çıkan Batı hayranı Çestav romanın ikinci yarısında İstanbul’a geldiğinde kekeme, yarı sağır ve topaldır. Karnını doyurmak için hırsızlık falan yapar. Arada kalmış ikircimli bir karakterdir aslında ve olayların içinde bir kez daha şekillenir.” Bu karakter bize ne kadar bildik ve tanıdık geliyor. 12 Eylül askeri faşizminden sonra Türkiyeli ve Kürdistanlı mülteci, göçmen işçi ve emekçilerin Avrupa’daki yaşadıklarının bir özetidir.
Çerkesler, Kafkasya’da Marks’ın deyimiyle “onurlu dağların” özgürlüğü mücadelesi ve direnişini Çarlık rejimine karşı sürdürmüşlerdir. Bazı Marksistler bu tür direnişleri küçümserken Marks sahiplenmiştir. Sami ÖZBİL, bu romanıyla Çerkes halkıyla yüzleşmeyi ve Çarlık Rusyası ile hesaplaşmayı bugünkü koşullarda gecikmiş de olsa yerine getirmeyi bir sosyalist olarak gerçekleştirmiştir.
Hapishanede olan yazarlar, yazma konusunda özgür hareket ediyorlar. Çünkü “okur-piyasa” kaygıları olmuyor genellikle. Ayrıca zaman konusunda da biraz “avantajlı” gözüküyorlar. Tabii koşullarını devrimci ve verimli bir biçimde değerlendirebilen ve örgütleyebilenler için geçerli bir durumdur. Bu açıdan Sami ÖZBİL, “Siyasette alabildiğine kalabalık ilişki dinamiği, edebiyatta ise tenhalık iyidir” gibi bir tespitte bulunuyor. Bu açılardan bakılınca roman okurun beklenti ve eğilimlerini değil çıplak gerçek dikkate alınarak yazılmıştır. Bunun da getirdiği bazı dezavantajlar da görülmektedir.
Soykırımların ve iç savaşların parçası olan tehcir ve sürgünlerde kurbanların karşılaşabileceği, düşleyeceği ve yaşayabileceği bütün duygu, vahşet ve zulümleri hemen romanın ilk sayfalarında anlatıvermiş. Yazar adeta katliam kurbanlarıyla empati yapmış.
Toprağından kopanın rüzgâra kapılışı, denize düşenin dalgaların akışına kendini bırakışı gibi anlatmış soykırım kurbanlarının bilinmez ve puslu geleceklerini. Toprağından ve yurdundan kopma. Kopunca dağlar, ovalar, ormanlar, çiçekler, köyler, şehirler, denizler, sular, sınırlar ve gece karanlığına sığınmış hayatlar; tamamen gel-gitler ve belirsizlikleri kendine mekân tutuyor. Acılara tutunmak, ölümü arar olmak gibi anlamsız bir boşluğa düşüverir göçerler ve sürgünler. Kendini değil yanındakinin ve az ötedekinin acısı, açlığı, sızısı ve çığlığı gelir oturur yüreğine. İşkencelerde olduğu gibi. Belki bu düşülen çözümsüzlük, boşluk ve umutsuzluğa saldırıyı diri tutar. Hayat dediğin kendinden öte bir duygu paylaşımı ve ortaklaşma olmaz ama yaşama tutunma inadına dönüşüyor.
Tehcir ve sürgün yolları can pazarı gibidir. Ölümden de acıdan da ve kaybetmekten de ortaklaşılır. Dağlarda her şey yerli yerindedir. Dağdan düze inince kim dost kim düşman net olarak kestiremezsin. Bu saatten sonra yaşamlar bir pamuk ipliğine bağlıdır.
Bütün ezilen ve sömürge halklarında kahramanlarına sonsuz bir bağlılık ve sahipleniş vardır. Devrimci savaşçıların, kadroların ve gerillanın düşmanın bütün üstün olanaklarına karşın barınması, korunması, halkın arasında tutunması bundandır. Fısıltı gazetesi kahramanlara ilişkin her anı dilden dile toplumlara yayar. Senin ünün senden önce halka ulaşır üstüne de on katı eklenerek. Çestav da Çerkeslerin arasında sevilen ve sahiplenilen bir kimliktir. Bütün riskleri kabullenerek Çerkes halkı kahramanını sahipleniyor.
Yazar özellikle konunun geçtiği dönemin dilini kullanmaktan, hatta bazı özgün kelime ve kavramlara yer vermekten ısrarla direnmiştir. Bu da romandaki anlatıma önemli bir özgünlük ve zenginlik katmıştır. Ancak yazarın dile aşırı odaklanması ve anlam yüklemesi romandaki akışı engellemiştir. Sanki zaman durmuş gibi. Daha dün yaşanmış gibi. İki yüzyıla yakın bir dramı vermek için büyük bir çaba ve emek var romanda. En fazla da bu dikkat çekmektedir. Her kelimesi, cümlesi, satırı, paragrafı ve sayfası hesaplanarak ve derinlik içererek yazılmış. Yer adları, kişi adları, yaşanmışlıklar, dağ nasıl olduğu yerde duruyorsa öylece anlatılıvermiş. Bu şundan önemlidir bu romanda. Yazarın pozisyonu. Yazar diyalog, gezme ve görme olanaklarından yoksundur. Anlatılan yerleri görmemiş ve bölge insanıyla öyle sık karşılaşmamış değil hiç karşılaşmamış. Kendisi de Çerkes ulusundan değildir. Ayrıca uzun yıllardır da hapishanede bulunmaktadır. Bugünden geriye bakınca büyük bir boşluk ve zamanın durduğunu hissediyor insan. Çünkü aynı dramı biz de yaşamışız ve halen de yaşıyoruz. Hikâyelerimiz ve yaşanmışlıklarımız benzeşmiş, aynılaşmış ve iç içe geçmişlerdir.
Soykırımlarda ve iç savaşlarda, gidenlerden geriye bir yıkım, bir hüzün, öfke ve boşluk başlıyor. Bu topraklar bir daha eski doğallığına ve zenginliğine kavuşamıyor. Toprağı toprak yapan ve değer katan üstünde yaşayan insan ve insan emeğidir. İnsan emeğini ve insanı çekip aldığında geriye kalan bir hiçtir. Romanın bize anlattığı bu hiçlik ve boşluk halen can yakan bir yerde duruyor. Çünkü benzerleri ondan sonra ve halen çokça yaşanmaya devam ediyor.
Katliam, soykırım, iç savaş ve sürgünün dayatıldığı ve yaşatıldığı Çerkes halkının buna karşı sergilediği öfkenin bir direniş ve savaş damarını da görmek mümkündür. Genelde bu tür yazılımlar hep acı, dram, ölüm ve katliamlar anlatılır doğal olarak. Ancak direniş çizgisi görmezden gelinir genel olarak. Ancak yazar bu romanda katliam ve direnişi, yaşamı, doğayı, dönemin toplumsal ve siyasal yapısını ustaca ve iç içe geçirerek anlatmıştır.
Savaşın, kirli savaşın ve direnişin anlatıldığı romanda bugünün Kürt gerillalarının yaşadıklarının izlerini 1864’te çıplak olarak görmek mümkündür. Savrulan hayatlar, umuda sevdalı direngen düşler, ihanetin, puştluğun, sömürgeciliğin, yok saymanın, inkârın; bütün bunları reddeden devrimci direniş çizgisinin bütün tonlarını bir arada hissettirmeye çalışmış yazar. Ancak bireysel kurtuluş, ikircikli davranış ve umutsuzluk girdabından yok olup savrulanlar da az değildir.
Toprağından ve umudundan kopunca yok olursun. Dolayısıyla yazar bir yok oluşun romanını yazmış. Bunun için umudu büyütüp direnişin saflarını büyütmek lazımdır. Umuda sevdalı olanlar ne kadar toprağından koptuğunu, savaştan ne kadar nefret ettiğini düşünseler ve böylece sorunları çözdüklerini sansalar da öyle olmuyor. İnsan havasını çektiği, suyunu içtiği, ekmeğini yediği ve benliğini oluşturduğu toprakta şekilleniyor ve öz değerlerini oluşturuyor.
Nereye ait olduğunu unutmadan yaşamla ilişkilenmelidir insan. Rüzgâra yakalanmış yaprak gibi oradan oraya savrulmak bir gelecek vermeyecektir insana. Kanla sulanan topraklarda öfke dışında hiçbir şey yetişmez. Bu romanın bize verdiği ana tema Heraklitos’un dediği gibi “uyanık olanların ortak bir dünyası vardır, ama uyuyanların sadece kendilerine ait bir dünyası vardır.”
250 sayfalık romanda yazarın betimlemelerinin arasına hapishane duvarlarının da girdiğini görüyoruz. Romanın ana teması ve fikrini yazar kitabın arka kapağına şöyle taşımıştır: “1864 yılı baharı, Çerkesler Adıge topraklarından tarifsiz bir zulümle çıkarılıyor. Direniş ve ihanet kol kola. Sonrasında dönemin İstanbulu’na gidip kendimizi Zişan’ın, Aksara’nın ve Çestav’ın trajik hikayesinin içinde buluveriyoruz:
“Göğsüne ilk harfi düştüğün çocukluğundan bu yana yazmayı kağıtla konuşmak saydın. Şimdi aranızda kelimelerle örülmüş günler, yola düştüğün sayfalarda yükselen dağlar dururken çıkagelirse eskiye dönmek büsbütün imkânsız. Teselliyi mürekkep denizlerinde aramaktan başka çare gelse aklına deneyeceksin, gelirse dene, değer. Hayat daha huzurlu orada, farkındasın kâğıda dokunduğundan bu yana. Irmaklara dökülen, kuyulara düşen, sırasında dağlara çıkan, yıldızlara tutunan kelimeleri toplamayı başarır mısın bilmiyorsun ama kararlısın. Dener, olmadı yırtar atarsın, kim bilecek; yazmak her hâlükârda iyi gelecek itildiğin, maruz kaldığın, mecbur bırakıldığın ama sonunda bile isteye giydiğin yalnızlığa. Dağı dağa eklesen, rüzgârı rüzgâra, kuşun birini diğerine, ihtimal avuç kum tutacak aldığın yol. Teleğinden hafif masal kuşları çıkacak karşına. Aklına geleni, geldiği gibi geçir istersen sayfalara. Düğümleri çöz kalbinin, kelimeleri hapsetme birbirine, sular aksın avuçladığın harflerin arasından. Haydi başla…”