Romanın ana karakteri olan devlet içindeki Cihadın Askerleri üyesi bir tetikçinin Amed’den Alanya’ya uzanan 995 kilometrelik yolculuğu, 1990’lı yılları günümüze taşıyor. Tam da Murathan Mungan’ın söylediği gibi “dünyaya hatırlatıyor.”
Murat Mungan’ın son romanı “995 km”, okuru, Kürdistan’da 1990’lı yıllardaki kirli savaş günlerine götürüyor.
Hala bir yüzleşme, hesaplaşma ve adaleti bekleyen o günleri anlatan romanı için yazar, bir söyleşisinde “Ben bir şey öğretmek için yazdım. Bir şeyleri hatırlatmak için yazdım” demiş.
İyi ki yazmış! Aklına, yüreğine, eline sağlık!
1990’lı yıllar toplumun bir kesimi için mazide bırakıldı elbette. Onlara kalsa, “geçmişte yaşananlar geçmişte kalmalı, bugün artık böyle şeyler olmuyor, herkes öldüğüyle kalmalı, deşmenin bir anlamı yok.”
Ancak, o günleri hatırlamadan demokrasi de gelmiyor, adalet de! Hele barış hiç gelmiyor!
Ayrıca o günleri hala bugünmüş gibi kalplerinde, hayatlarında taşıyan sayısız insan var. Örneğin, hala ellerinde fotoğrafları ve karanfilleriyle devletin şiddetine rağmen her cumartesi Galatasaray Meydanı’nın yolunu tutan kayıp yakınları. Ya da babası gözünün önünde götürüldüğünde çocuk olan, bugün ise Kürt partilerinde ya da derneklerinde politik sorumluluk üstlenen milletvekilleri, avukatlar ya da gazeteciler.
Örneğin, Hizbullah’ın katlettiği Müslüman feminist Konca Kuriş’in çocukları. Ya da, tek umutları barış olan Barış Anneleri.
Romanın ana karakteri olan devlet içindeki Cihadın Askerleri* üyesi bir tetikçinin Amed’den Alanya’ya uzanan 995 kilometrelik yolculuğu, 1990’lı yılları günümüze taşıyor. Tam da Murathan Mungan’ın söylediği gibi “dünyaya hatırlatıyor.”
Roman iki bölümden oluşuyor.
İlk bölümde, Saim Baran’ı öldüren tetikçinin gözünden cinayet üzerinden dönemi görüyoruz; Kürt aydın Musa Anter’in katledilmesi olarak da okuyabileceğimiz bu cinayetin ardından devlet içinde yaşanan tartışmalar, Hizbullah’ın bu cinayetten beklentisi, birbirinin kuyusunu kazan devletin birimleri, bir Hizbullah tetikçisinin yetiştirilmesi, Hizbullah’ın JİTEM ile ilişkisi vb.
Tetikçi, cinayetin ardından bir iki kez “Saim Baran’ı neden öldürdüğünü bile bilmediği” gerçeğini kendisine sorar gibi oluyor. Ancak kitapta tetikçinin, devlet ve Allah için öldüren bir profesyonel olan karakteri çok net çiziliyor.
Çekirdekten yetişmiş bir katil ve soğukkanlı:
“Yetmiş yıllık koca çınar birkaç saniye içinde devrilmişti. Kürt halkı için ömrünü adadığı onca yıllık mücadelesi, Diyarbakır dışındaki bir tarlanın kıyısında, başına, boynuna ve göğsüne sıkılan üç kurşuna son buldu. Yerde yatan Saim Baran’ın başına gelip baktı. Ateş ederken içinden saymıştı: ‘Allah’ın hakkı üçtür.’ Bugüne kadar devlet adına yaptığı infazlarda kurbanlarının üzerinden üç kurşun çıkmıştı.”
Tetikçi, devletin içindeki kanatlardan birinin Saim Baran cinayetinin üzerine gitmeye karar verdiğinde ipliğinin de pazara çıkartılabileceğini biliyor ve bu nedenle sürekli arkasını kollayarak yaşıyor.
Romanın ilk bölümünde zaman, olay örgüsü bakımından yavaş akıyor, mekan daha çok otobüsün içi ve mola yerleri oluyor ancak bu “durum anlatı”ları garip bir biçimde okuru alıp götürüyor. Durmak değil, o yolculuğun sonunu görmek istiyorsunuz.
Bir edebiyat okuru olarak yaptığım “yaşayan ve Türkçe yazan edebiyatçılar” listemin bir numarasıdır Murathan Mungan.
Romanın ilk bölümünü okurken, listemdeki yeri birçok kez güçlendi.
Tetikçi karakteri, tam karşımızda kanlı ve canlı olarak beliriyor. O üç otobüs yolculuğu sırasında siz de otobüsün içindesiniz ve gözünüz tetikçinin üzerinde. Sizin bulunduğunuz yöne doğru başını her çevirdiğinde ürperiyorsunuz. Ucuz kolonya kokusu burnunuzda. Molalardan sonra otobüsün içinde daha bir canlanan yolcuların konuşması örneğin. Radyodan ya da kasetçalardan arada bir yükselen şarkıları duyuyorsunuz.
995 km, aynı zamanda “devlet adına insan öldürenlerin” iktidar ve koltuk kavgalarını da gözler önüne seriyor: “Uzun zamandır bölgede Milli İstihbarat Teşkilatı, JEM, Emniyet arasında bir güç çekişmesi olduğu, bu masadakiler dahil olmak üzere ilgili herkesçe bilinirken hala böyle bir şey yokmuş gibi davranmalarını görmek şaşırtmamıştı onu.
“JEM’in kurucu çekirdeği içinde yer alan Metin Ercan’ın Suriye istihbarat teşkilatı içinden kimileriyle uyuşturucu ve silah kaçakçılığı işine girdiği dedikodularının yayılmasıyla, Özel Harekat Daire Başkanvekili’nin karanlık ilişkilerinin ortaya dökülmeye başlamasının arka arkaya patlak vermesinin bir tesadüf olamayacağını biliyor mesela.”
Sonrasında Ergenekon, Balyoz davaları ile birçoklarının adlarını, yüzlerini, işledikleri suçların bir kısmını tüm kamuoyu gördü. Ancak Musa Anter’den Vedat Aydın’a, Dargeçit kayıplarından asit kuyularında yakılanlara kadar binlerce cinayetin hesabı sorulmadı. Açılan kimi davalar da, artık zamanaşımı nedeniyle düşüyor. Örneğin, 20 Eylül 1992 tarihinde öldürülen Musa Anter davası 30 yıllık zamanaşımı dolduğu gerekçesiyle 2022 yılında düşürüldü.
Roman, Cihadın Askerleri ile devlet arasındaki ilişkiyi de gözler önüne seriyor. Örneğin Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan suikastına gönderme yapılıyor:
“Niye bize havale ediyorlar peki?, dediği anda cevabını bildiği soruları sormanın boşa gevezelik olduğunu nicedir bildiği halde, dilini tutamadığını fark ediyor. ‘Söylenenlere göre, halkın muhabbetini de kazanmaya başlamış bu yeni müdür, ‘ben bu halkı devlet ile barıştıracağım’ diyormuş. Halk da bu yeni emniyet müdürüne pek rağbet ediyormuş. Ucu bize dokunur bu işin. İki türlü dokunur. Bu mevzunun üstünde ol. Ortalık kurt dumanı. Göz gözü görmüyor. Emniyetteki, askeriyedeki menfaat çeteleri bu müdürden kurtulursa bizim de elimiz genişler. Malum, köşeleri onlar tutuyor. Anlayacağın ha biz temizlemişiz, ha onlar, her iki tarafın da hayrına olacak bu iş, tez elden icabına bakmalı. Bırak bize borçlansınlar. Zaten bizimkiler de ne zamandır bu adam hakkında bir plan üstündeydiler, ama teklif onlardan gelince bizim yükümüz de hafiflemiş oldu.”
Kitabın ikinci bölümde ise hikayeye Kürdistan’da yaşananlara duyarsız kalamayan İstanbullu gazeteciler Umut ve Kerem ile onların etrafındaki kişiler ekleniyor. Bu kez onların, en çok da Kerem’in ve Amed’den iletişim halinde olduğu Kürt gazeteci Rojda’nın gözünden yaşananları görüyoruz. Rojda’nın çantasından çıkardığı dosyalar, bölgede halka karşı işlenen suçları gözler önüne seriyor. Rojda, o kirli savaş yıllarının tanığı ve hafızası.
İkinci bölümde, olayların peşi sıra dizilmesi, biraz aceleye getirilmiş hissiyatı verdi açıkçası. Murathan Mungan, daha önceki bir röportajında, kitabı 1993 yılında yazmaya başladığını hatırlatarak, “1995’te bitirsem ne olurdu? Pişmemiş yemeği ocaktan indirmeye benzer bu. Sadece roman yazsaydım bu kadar uzamayabilirdi, bu da benim her tarakta bezim olmasıyla alakalı. Yine de iyi yapıtlar için gözetilmesi gereken bir demlenme zamanı var. Olaylara uzak açı kazanmak her zaman kolay olmuyor” demiş.
Ancak, ilk bölümün aksine, ikinci bölümde, olaylar ya da diyaloglar arasında karakterler kayboluyor. Örneğin Rojda, ikinci bölümde birçok kez okurun karşısına çıkıyor elindeki dosyalarla. Bölgeye dair bilgi ve belgeleri, İstanbul’dan gelen Kerem’e aktarıyor: “Ardından bir diğer dosyadaki kağıt tomarının içinden birkaç fotoğraf çekip Kerem’in önüne dizerken, ‘Bunları özellikle arka arkaya gösteriyorum sana’ diyor. Fotoğraflara bakarken Kerem’in kaşları çatılıyor: ‘Bunlar ne? Nereden?’ diyor. ‘Bunlar aynı helikopterlerin Lice dağlarına attıkları gerillaların cesetleri ve o cesetler arasında oğullarını, kızlarını, kardeşlerini arayanların fotoğrafları. Devlet isterse bildiri, isterse ceset, gökten rahmet yağdırıyor buralara!”
Rojda’nın da bir hikayesi var elbette. Ancak, dosyanın çıkardıkları arasında kaybolup gidiyor. O kirli savaş günlerinde, devletin ve kontrgerillanın gadrine uğrayan insanların hikayeleri, acıları ortak elbette. Ancak bir okur olarak, cesur gazeteci Rojda’nın karşımda canlanmasını bekledim. Rojda’nın kaderi de o toprakların cesur ve vicdanlı insanlarının kaderi gibi; bir gün ortalıktan kayboluyor.
Final sahnesinde de tetikçinin, Göktürk adında bir genç tarafından öldürülmesi de acele edilmiş hissiyatını yaratıyor:
“Dün gece yarısı, öldürdüğü adamın kaldığı evi göstermeye gelen Kadir ile birlikte apartmanın dibine geldiklerinde heyecanlanmış, aklından geçeni yapamam sanmıştı, ama olmuştu, yapmıştı.”
“Gecenin bir vakti Kadir abisinden adamın kaldığı evi göstermesini istediğinde ne yapacağını anlamışlar mıydı acaba? Her neyse, şimdi dönüp Cabbar ve Kadir abilerine adamı temizlediğini söylediğinde çok şaşıracaklardı.”
Finalde, Hizbullahçı bir devlet tetikçisi, 99’u bulamadan üç kurşunla öldü. 41 insanın canını almıştı. “Rabbim 99 adını nasip et bana” diyerek, ölmeden önce en az 58 kişinin daha canını almayı arzuluyordu.
Tetikçinin ölümü, bir nevi “adalet”e işaret ediyor. İçimize biraz su serpiliyor elbette.
Kitabı bitirip, kapatınca yeniden hatırlıyorum ki; tetikçiyi yaratan ve kullanan devlet ile Hizbullah gibi cihatçı örgütler orada duruyorken, “adalet” hep eksik kalıyor.
*Hizbullah diye de okuyabilirsiniz.
(ETHA)