28 Mayıs itibariyle İspanya, Norveç ve İrlanda; Filistin Devletini -Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) kararlarına uygun şekilde 1967 sınırlarıyla- resmen tanıdı. Yakın zamanda Malta ve Slovenya da “koşullar uygun olduğunda” Filistin Devletini tanımaya hazır olduklarını ilan etti. Avusturalya hükümeti de yakın zamanda yaptığı açıklamada, “iki devletli çözüme ön ayak olmak üzere” Filistin’i devlet olarak tanıyabileceğini bildirdi.
Hali hazırda Birleşmiş Milletlere üye 193 ülkeden 142’si Filistin devletini resmen tanımış oldu.
Filistin bir devlet olarak 2011 yılında BM’ye tam üye olmak için başvuru yapmıştı. Ancak 2012’de BM Genel Kurulu’nda yapılan oylamada Filistin Yönetimi’nin üye olmayan gözlemci devlet statüsü başvurusu kabul edildi. Bu statü, Filistin’e Genel Kurul’daki tartışmalara katılma hakkı tanıyor. Ancak Filistin Yönetimi’nin oy hakkı bulunmuyor.
Filistin Devletinin tanınmasına yönelik, İsrail hariç diğer devletlerin (ABD dahil) argümanı ise, tanımanın sadece psikolojik sonuçları olacağı, Filistin ve İsrail’in masa başında anlaşmaları gerektiği şeklinde. Oysa ki bu argüman; savaşın Filistin tarafını oyalamak, İsrail’e veto hakkı tanımak ve dolayısıyla çözüm yolunun tıkanması dışında bir anlam taşımıyor.
Elbette ki sadece kağıt üzerinde Filistin Devletinin tanınması yeterli değil. Ancak bu durum psikolojik sonuçların önemli olmadığı, psikolojik sonuçların nesnel sonuçlara yol açmayacağı anlamına gelmiyor. Üstelik söz konusu -Filistin Devletini yeni tanımaya karar veren- Avrupa devletlerinde olduğu gibi, tanıma işlemi diplomatik bir işlem olmaktan ziyade, toplumsal tepkinin iradeleştirilmesi anlamına gelmektedir.
Filistin Devletini çok daha önceleri tanımış olmalarına rağmen, İsrail ile ticarete devam eden, hatta silah sağlayan ülkeler kendi toplumlarındaki tepkiler üzerine bu ticareti bitirmek veya kısıtlamak zorunda kalmıştır.
Üzerindeki emperyalist baskılara rağmen Uluslararası Ceza Mahkemesi Başsavcılığı’nın İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında “insanlığa karşı suç işlemeleri ve savaş suçlusu oldukları” gerekçesiyle yakalama kararı başvurusunda bulunmaları, hangi niyeti taşıyor olursa olsun, toplumsal tepkilerin sonucudur.
Antisemitizm kaygısıyla, İsrail devletine dönük her tepkiye saldırganca yaklaşan Almanya Devleti’nin dahi yüzbinleri bulan Filistin halkıyla dayanışma mitingleri karşısında geri adım atması, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin tutuklama kararı çıkartması halinde Netanyahu’nun tutuklanıp tutuklanmayacağı sorusuna Almanya Başbakanlık sözcüsünün “Elbette. Evet, biz kanunlara uyarız” cevabını vermek zorunda kalması, aynı şekilde toplumsal tepkilerin sonucudur ve Filistin davasının haklılığını kabul etme anlamına gelir.
Doğrudan İsrail devleti tarafından fonlanan ABD’deki Harward Üniversistesi’nin, gerek Üniversite yönetiminin öğrencilere vermiş olduğu cezalar (Diploma vermeme dahil), gerekse polis saldırılarına rağmen İsrail karşıtı protestoların bir merkezi haline gelmesi de Filistin halkının davasının haklılığından kaynaklanmaktadır.
Dolayısıyla tüm zayıflığı ve dezavantajlarına rağmen Filistin halkının-devletinin haklılığı psikolojik sonuçlar doğurmaya, bu psikolojik sonuçlar ise nesnel sonuçlara dönüşmeye mahkumdur.
Toplumların tüm ilerici güçlerine ve özellikle sosyalistlere düşen görev ise, Siyonist İsrail devletinin soykırım saldırısının ve savaş suçlarının teşhiri ve en az kayıpla bir an önce son bulması için mücadeleyi büyütmektir.
* Atılım Gazetesinin Avrupa Eki’nin (atilimavrupa1994@gmail.com) 31 Mayıs 2024 tarihli Avrupa Gündemi köşesi