Yılmaz Güney’in “kabahati”, düzenin onu sıkıştırmak istediği “fakir suçları” çemberini yarıp, siyasi suçlara terfi etmiş olmasındadır. Aştığı ve milyonların da aşmasına yardım ettiği lümpen yaşama dair tüm geriliklerinin anakronik bir şekilde ve alakasızca gözümüze sokulmasının sebebi budur.
Yılmaz Güney’e yönelik itibarsızlaştırma furyası hakkında epeyce söz söylendi. Kimin ne dediğinin serim dökümünü yapmaya gerek duymuyoruz, zira herkesin tartışmaları izlediğini biliyoruz.
Güney, önceleri kadınları döven yoksul ve lümpen bir serseriydi. Sonra devrim fikriyle, devrimcilerle tanıştı ve özeleştirisini hem sözüyle hem de pratiğiyle vererek, örgütlü, gerçek bir devrimci sanatçıya dönüştü.
Güney’e yönelik itibarsızlaştırma saldırısı onun kadın düşmanı veya kabadayılık geçmişine değil, geçirdiği bu dönüşümün kendisinedir. Zira bu ihtimal egemen sınıflar için çok ama çok korkutucudur.
Sömürüle sömürüle bomboş kılınmış yoksullardan “oldukları gibi” olmaları, yani birbirlerinden nefret etmeleri, birbirlerinin şerrinden devletlerine, dinlerine, milletlerine, patronlarına sığınmaları, sınıflarını değil, onları sevmeleri beklenir. Bu sömürücü ve erkek egemen düzen kendini ancak böyle yeniden üretebilir zira.
Güney ise yoksul yığınlara oldukları değil, “olabilecekleri” şeyi, yani yeni insanı, devrimi gösterir. Egemene duyulması beklenen aptallaştırıcı aşkı ve sınıf kardeşlerine beslemesi gereken öfkeyi reddederek namluyu tersine çevirir. Hem hayatıyla hem de anlattıklarıyla milyonlarca yoksul için örgütlü mücadelenin, bu düzen içinse “bozgunculuğun” timsali haline gelir. Burjuvazinin ve itlerinin nefret ettiği işte budur.
Bunlara ek olarak, Yılmaz Güney Kürt halkının sömürgeciliğe karşı özgürlük mücadelesini savunur. İdeolojik düzeyi “Bağımsız Birleşik Kürdistan” formülasyonunu yüksek sesle dillendirecek kadar nettir. Devrimci önderleri canı pahasına saklar. Bugünkü sanatçıların en ilericilerinin bırakalım örgütlü mücadelenin bir neferi olmasını, en basit toplumsal özgürlük taleplerini yarım ağızla bile olsa dillendirmemeyi seçtiği, asgari bir bilinç geliştirmesi beklenen Kürt sanatçıların birçoğunun dahi yaralı parmağa işemekten kaçındığı bu iklimde Güney’in bu netliği ezen ulus egemenlerine nefretten öte bir korku salar. Onların istediği, Farah Zeynep Abdullah gibi modern, alımlı, başarılı, popüler ve her daim egemen sınıf ve ezen ulus düzenine bağlı tiplerin çoğalmasıdır bilakis.
Kadınları dövmeye, mafyacılığa, lümpen yaşama saplanıp kalmış, devrimciliğe ve Kürdün davasına bulaşmamış bir Yılmaz Güney bugün kesinlikle ve kesinlikle bu fiilleri sebebiyle itibarsızlaştırılmaz, tam tersine ne kadar zararsız iyiliği varsa ekran ekran ortaya serilir, hatta “makbul Kürt” olarak itibarı iade bile edilirdi. Onun “kabahati”, düzenin onu sıkıştırmak istediği “fakir suçları” çemberini yarıp, siyasi suçlara terfi etmiş olmasındadır. Aştığı ve milyonların da aşmasına yardım ettiği lümpen yaşama dair tüm geriliklerinin anakronik bir şekilde ve alakasızca gözümüze sokulmasının sebebi budur.
Peki, makul düşünelim… 40 sene önce ölüp gitmiş devrimci bir sanatçı bugün neden egemenlere böylesine dert olsun ki? Sanki emekçi semtlerde bir Yılmaz Güney imgesi mi yükseliyor yeniden? Uyuşturucu ve çete batağına sürüklenen gençler birden akın akın devrimciliğe mi kaymaya başladı sanki Güney sayesinde? Acaba devrimciler biraz komplocu davranıyor olabilirler mi?
Burjuvazinin sınıf bilinci çok kuvvetlidir. İşçi sınıfı bugün kısa vadeli çıkarları için bile dövüşemez halde olsa da, onlar en uzun vadeyi hesap eder, etmek zorundadırlar. Çünkü işçi sınıfının tersine, onlar hiçbir zaman kendi-için sınıf olamazlar, yani varlıklarını devamlı işçi sınıfının varlığına borçludurlar. Varlıklarını borçlu oldukları bu sınıfı içermek de her geçen gün daha fazla zorlaştığından, çıkarlarını kollamak için hep daha ileriyi düşünmek, önlemlerini şimdiden almak zorundadırlar.
Eşyanın tabiatı gereği ve sermayenin içsel çelişkilerinin bir sonucu olarak açlığın, işsizliğin, çaresizliğin, çürümenin, umutsuzluğun böylesine arttığı bugünlerde yoksul yığınlara torbacılıktan, mafyacılıktan, tarikatçılıktan, cihatçılıktan, maşalıktan, çantacılıktan, kulluktan başka bir yol olduğunu tekrar hatırlatabilecek Güney gibi simgelerin tahrifi bizim için anlamsız gözükse de, onlar için bu yüzden hayati önemdedir.
Akit paçavrasının lağım ağızlı halk düşmanlarının keyifle “Sırada Mahirler, Denizler var” diye geviş getirmesi de aynı sınıf bilincinin bir tepkisidir. Her ne kadar düşük görürlerse görsünler, yoksul gençliğin devrimcileşme ihtimalinden giderek daha fazla korkmakta, haliyle de, bu uğurda onlara model olabilecek her devrimci yaşamı itibarsızlaştırmayı ertelenemez bir görev olarak addetmektedirler.
EĞRETİ OTLARI: KÜÇÜK BURJUVA AYDINLAR, LİBERAL HAK SAVUNUCULARI VE FEMİNİSTLER
Egemen sınıfların ve onların tetikçilerinin bu saldırıları da, bu saldırılara karşı devrimcilerin açtığı tavizsiz savunma hattı da gayet anlaşılabilir şeylerdir. Eğreti duran, ezilenlerin yanında saf tuttuğunu zannedip, egemenlerin dümenine su taşıyan kimi aydınların, liberal hak savunucularının ve feministlerin bönlüğüdür. O kadar ki, egemen sınıfların en büyük başarısı bu avelleri güdebiliyor olmasıdır.
Bu bönlük, özünde ilerici olan ezilen kimlik siyasetinin devrim fikri ve eylemiyle bir türlü buluşamayıp, küçük burjuva ideolojisinin steril etik sınırları içine hapsolmasından kaynaklanır. Hakları savunulan kesimlerin dar çıkarı “mutlak” olarak alınıp, tüm yalıtılmışlığı içerisinde sonuna kadar götürülürse, o kimliğin düzen içindeki siyaset alanını genişletmek de esas kaygı haline gelir ve düşmanın kimliği-bütünselliği gözden kaçar. Bunun varacağı yer de kullanışlı aptallıktan öte bir şey olmaz, olmamıştır da haliyle…
Buna göre, Yılmaz Güney eski hayatında kadınları dövmüştür, o halde özeleştiri verip vermemesi ve dönüştüğü kişi konuyla ilişkisizdir. Güney’in herhangi bir şekilde itibar kazanması kadın özgürlük mücadelesinin çıkarına olamaz diye düşünülür. Nihayetinde de “Ne ‘erkek’ sosyalistlerin beton solu, ne İslamcı faşistlerin kirli yolu!” denilerek sonsuz iyi niyetler eşliğinde Güney’i ve devrim fikrini tahkir edenlerin safına (yani İslamcı faşistlerin kirli yoluna) geçilmiş olunur.
Acaba yoksulların “ne olabilecekleri” bu zevatı da mı korkutmaktadır? Bir bakıma evet. Egemenlerin saikleriyle bire bir aynı olmasa da, örgütlü devrimci mücadele fikri bu kesimleri de iliklerine kadar titretmektedir. Onlar alt sınıfların iktidarını değil, sadece mazlumluklarının giderilmesini/hafiflemesini istemektedirler. Karşı-devrim üstün durumda olduğu müddetçe de tüm alt-üst oluş ihtimalleri onları rahatsız edecek, niyetleri ne kadar temiz olursa olsun, düzeni soldan korumaya devam edeceklerdir.
‘DEĞMEZ’ HASTALIĞI
Ayvanın büyüğünü heybemizde tuttuk. Saldıranların da, savunanların da, hatta kullanışlı aptalların da tutumları anlaşılırdır. Hiçbir biçimde anlaşılamayacak olan ise tüm bu tartışmalara girmekten “değmez”, “gerek yok” diyerek kaçınan sosyalistlerin tutum(suzluğ)udur.
Bu sorunun esas kaynağı ideolojik mücadele görevinden kaçmanın alışkanlık haline gelmiş olmasıdır. Evet bazı insanlar “çok gereksizdir” ama tartışmaları on binler, yüzbinler izlemektedir ve sosyalistlerin o insanların bilincini örgütleme sorumluluğu vardır. Hoşumuza gitsin gitmesin, sosyal medya da kendi özgünlüğünde bir mücadele alanıdır. Eğer siz yoksanız, düşmanınız ya da aptallaşmış müttefikiniz vardır.
Bu ideolojik mücadele kaçkınlığı kendi kavramlarıyla düşünememekten, kullanışlı liberal aydın ve feministlerin ideolojik hegemonyasıyla gözün körleşmesinden, kendi fikrine inançsızlıktan, küçük burjuva siyasi “denge” hesapçılığından kaynaklanır.
Bu “değmez hastalığının” panzehiri elbette her zaman olduğu gibi Marksizm-Leninizm’in yüce ideolojisine, proletaryanın evrensel bilincine, diyalektik ve tarihsel materyalizme tam hakimiyettir. Bunlara sahip olan, Yılmaz Güney’e, Deniz’e, Mahir’e, İbo’ya ve tüm devrimci kişi ve önderlere yapılacak saldırıya karşı kimseden hiçbir pusula beklemeden, kendiliğinden harekete geçecek, öyle ki, nesnel çıkarı devrimden yana olan küçük burjuva unsurları da doğru devrimci hatta çekebilecektir. (ETHA)