Örgütlenme sorunu sınıflar mücadelesinde, bu mücadeleye tutuşan tüm sınıflar için tarihin her döneminde can alıcı bir yerde durdu. Günümüz emperyalist kapitalist dönemde de hızından hiçbir şey kaybetmeden devam etmekte. Egemenler bir yandan kendi örgütlenmesini her düzeyde geliştirirken, diğer yandan da, yeni bir dünya tasavvuru bakımından kendisinin yegane alternatifi olan işçi sınıfı ve ezilenleri örgütsüz kılmak için her türlü saldırıyı mubah gördü, görüyor. İşçi sınıfı ve ezilenlerin temsilcilerine karşı katliamları ve zindanları devreye sokarken, halk kitlelerini de kendisine biat etmiş çeşitli sosyal, siyasal, mesleki vb. kurumlarda örgütlenmeye teşvik ediyor. Öyle ki her siyasal tondan ve renkten; kırmızısından yeşiline, sarısından mavisine partileri, sendikaları, örgütleri devreye koyarak, onların gerçek kurum ve siyasal yapılarda örgütlenmelerinin önünü almaya çalışıyor.
Bir saldırı biçimi olarak devrimci yapı, kurum ve bireyleri kriminalize etme, korkutma ve sindirme çabaları tarihin her döneminde egemenlerin uygulaya geldiği yöntemlerin en başında geldi. Tarihsel deneyimlerini de arkalayan Avrupa burjuvazisi de devrimci ve komünistlere karşı bu yöntemi uygulamada hiç tereddüt etmedi, etmiyor. Sadece yerli kuvvetler değil, göçmen kurumlar da sürekli olarak bu saldırıların hedefleri arasında tutulmakta.
Aslında durum çok açık, söylenmek istenen şudur: Bizim dışımızda hareket edemezsiniz, bağımsız, gerçek siyasal yapılar oluşturamazsınız. Kurulacak olanlara da ancak biz müsaade ederiz ve bizim çizdiğimiz sınırlarla müsaade ederiz.
Egemenlerin bu saldırganlığının temeli, ortaya çıkacak kendilerinden bağımsız örgütlenmelerin yaratacağı tehlikenin büyüklüğüdür. Zira savuna geldikleri sistemin bir avuç kapitalistin bekası için baştan aşağıya sömürü ve eşitsizliğe dayandığını ve bunun toplumsal yaşamda bir karşılığının olacağını çok iyi biliyorlar. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Avrupa’da da egemenlerin her türlü yöntemle gemi azıya almışçasına saldırganlaşmasını böyle okumak gerekiyor. Hiçbiri amaçsız yürütülmüyor.
Peki, bizim cephemizde örgütlenme sorunu bakımından durum ne? Bu sorunu biz Marksist Leninistlerin yaşadığı ve çalışma yürüttüğü Avrupa’ya, kısacası kendi pratiğimize indirgediğimizde nasıl bir tabloyla karşılaşıyoruz?
Öncelikle belirtmek gerekir ki var olan tablonun hiç de iyi bir noktada olmadığına bu yazıyı okuyan her birey mutlaka katılacaktır. İyi değil diyoruz, çünkü konjonktürel gelişmeler, burjuvazinin işçi ve emekçilere karşı geliştirdiği saldırıların boyutu öyle bir noktada ki, ezilenler arasındaki hoşnutsuzluk ve kendiliğindenci eylemler yüksek oranda sokak gösterileri, grevler, sokak çatışmaları, işyeri işgalleri tarzında şu veya bu sorun üzerinde sürekli olarak büyüyor ve gündeme geliyor. Kendisine bir su yatağı bulamadığı durumlarda da sosyal, kültürel, siyasal vb. bakımlardan toplumsal bir çürüme ve yok oluşla birlikte, derin bir memnuniyetsizlik yaşıyor. Bunu Avrupa’nın tüm ülkelerindeki yerli halkta görebileceğimiz gibi, çalışmalarımızın esas hedeflerinden biri olan göçmenlerde de görmek pekala mümkün.
Koşullar ve gelişmeler alternatif yaşam tasavvuru taşıyanlar için bu kadar geniş olanaklar sunarken, durumun bunun tam tersi olması bir tezatlık oluşturmuyor mu? Öyleyse dönüp örgütlenme sorununu gerçekten ne kadar kavradığımıza, mücadelemizin zaferi açısından bu kadar hayati öneme sahip bu durum karşısında alınan kararlara değil, sergilediğimiz pratiğimize bakmak gerekiyor.
Örgütlenmeye, kitlelere gitmeye ve onları örgütlemeye dönük kafalarımızda var olan önyargılardan, korkulardan artık kendimizi sıyırıp almalıyız. Ve artık kağıt üzerinde kalan, suya yazılan kararlardan değil, bu kararların uygulanması esnasında ortaya çıkan sorun ve sıkıntılardan konuşmalıyız.
* Atılım Gazetesinin Avrupa Eki’nin (atilimavrupa1994@gmail.com) 24 Mayıs 2024 tarihli Perspektif köşesi