ATILIM / GÜNDEM
Coğrafyamızda son 40 yılda ilerici, demokratik muhalefete ait en bilinen ve kalıplaşmış politik temenni nedir diye sorulsa, herhalde yanıtı “birleşmek” olarak verilebilir. Az çok politikleşmiş ilerici muhalif bir emekçinin en temel beklentisi ve ileriye sürdüğü politik söylemdir bu. Öyle ki, adeta halk nezdinde emekçi soldan politik öznelerin sınandığı bir alan haline gelmiştir. Faşizme karşı olan toplumsal kesimlerde 12 Eylül öncesinin ve darbe yenilgisinin yarattığı bir tür travmatik beklentidir bu. Sağcı, faşist iktidarlara karşı mücadelenin ise emekçi sol nezdindeki vazgeçilmez kuralı!
Şüphesiz, Türkiye ve Kürdistan koşullarında sömürgeci faşizme karşı birleşik mücadeleyi örgütlemeyi başarmak devrimci-demokratik mücadelenin stratejik bir sorunudur. Dolayısıyla birleşmek ve birleşik mücadele asla küçümsenemez. Ancak örgütsüz bir emekçiyle örgütlü bir politik öznenin birleşik mücadeleye yaklaşımı bir ve aynı şey olmaya başladığında orada bir sorun var demektir. “Kime karşı, kimle ve nasıl bir birleşik mücadele?” politik öncülerin yanıtlaması gereken bir soru olarak açığa çıkıyor. Tam da burada birleşme sorunu örgütsüz bir emekçideki temenni olmaktan çıkıp örgütlü öznedeki sınıfların birbirine karşı duruşuna, dolayısıyla strateji ve taktik anlayışa dönüşüyor. Bu ayrım noktası iyi gözetilmelidir. Zira, faşist rejimlere karşı birleşik mücadele meselesi iyi niyet ve temennilerle değil, bilinçli bir politik stratejiyle yürütülmelidir.
Birleşik mücadeleye dair özellikle birkaç yılın özeti olabilecek şekilde son bir haftada farklı siyasal çizgilerden yeni ve aktüel çağrılar geldi. Kimisi MHP’den bozma İYİP’ten, kimisi CHP’den, kimisi ise HDP’dendi. Devrimci sol parti ve örgütlerin güncel birlik çağrılarını söz konusu kategorilerin dışında tuttuğumuz için bu bahiste bir kenara koyuyoruz.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, DİSK kongresinde yaptığı konuşmada Karl Marks’a atıfta bulunduktan sonra “Şimdi geldiğimiz 21. yüzyılda, otoriter rejimlerin giderek güç kazandığı bir ortamda yeni bir söylemle yola çıkmak zorundayız. Dünyanın bütün demokratları birleşmek zorundadır” dedi.
Aynı kongrede İYİP İstanbul Milletvekili Ahat Andican, “Millet İttifakı arkasında bir araya gelerek, birleşerek önümüzdeki seçimlerde insan haklarına saygısız, cumhuriyete saygısız iktidarın sonunu getireceğiz” diye konuştu. Bu sözlerin Kılıçdaroğlu’nun sözlerinden tek farkı birleşmenin adresini daha açık ve doğrudan söylemiş olması. Son tahlilde Kılıçdaroğlu da “demokratların” CHP ve içinde olduğu burjuva muhalefet blokunda birleşmesini arzuluyor. Üstelik her ikisi de şoven tutumları gereği HDP’yi dışlıyor.
Birleşik mücadeleye dair bir diğer açıklama ise HDP’nin tutsak bulunan önce dönem Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’tan geldi. Demirtaş, Artı Gerçek’le yaptığı son röportajında “Bu demokrasi ittifakında Atatürkçüler, muhafazakarlar, Kürtler, Aleviler, solcular, liberaller yer alabilir kanımca. Tüm sol demokrasi güçleri ise kendi içinde sol blok oluşturarak demokrasi ittifakında ağırlık oluşturacak şekilde yer alabilirler. Bu ittifak, AKP veya başka bir şey karşıtlığı üzerinden değil demokrasi için kurulmalıdır” dedi.
Üç ayrı siyasal çizgi ve anlayışa sahip bu üç ismin söyledikleri özünde aynı kapıya çıkıyor. Hepsi birleşmekten ve demokrasinin kazanmasından söz ediyor. Sorunlu yanı ise her birinin herhangi bir sınıfsal ayrım gözetmeksizin bu temenniyi ifade etmesinde. Burjuva muhalefet sözcüleri ve liberallerin sınıfsal, ulusal ayrımları silikleştirmesi anlaşılırdır; ki bu onların ideolojik eğilimi olduğu kadar siyasal taktiğidir de. Ancak ezilenler cephesinden söz söyleyen Demirtaş’ın bu stratejik hattı önermesi anlaşılır değildir. Elbette faşizme karşı birleşik cepheyi örgütlemek ve olabildiğince geniş tutmak stratejik bir zorunluluktur. Ne ki, faşizme karşı birleşik mücadele cephesinin gerçekleşme biçimi her ülkede farklı niteliksel özellikler içerir. Her ülkenin özellikle kendi ulusal özellikleri faşizmin karakterini belirlediği gibi aynı şekilde faşizme karşı birleşik mücadelenin de karakterini belirler. Dolayısıyla genel geçer bir birleşiklik söz konusu olamayacağı gibi herkesin içinde yer alacağı bir birlik hali de olamaz. Örneğin, Türkiye’de faşizme karşı birleşik cepheyi örgütlemenin önündeki en temel sorun milliyetçilik ve şovenizmdir. Açık ki, milliyetçiliğe ve şovenizme karşıtlık kaçınılmaz olarak birleşik mücadelenin de en temel ve asgari koşulu olmak zorundadır. Bu ise her şey bir yana sömürgeci faşist rejime karşı Kürt ulusunun demokratik haklarına yaklaşımda kendini dışa vurur. HDP programını da içerecek şekilde örnek verecek olursak, Kürt ulusunun en temel ulusal demokratik haklarını kabul etmekten kaçınan ya da en iyi halde imtina eden politik kuvvetlerin HDP’yle ve devrimci demokratik öznelerle aynı safta buluşma zemini nesnel olarak yoktur. Benzer şekilde, Alevi inancına mensup emekçilerin demokratik taleplerini kabul etmeyen siyasal öznelerin kabul edenlerle yan yana durma olanağı bulunmamaktadır. Kapitalist erkek egemen düzen tarafından cins kırımına uğratılan kadınların ve kadın özgürlük mücadelesinin temel taleplerini bayraklaştırmayan bir politik gücün demokrat ve özgürlükçü olduğunu söylemesi söz konusu bile olamaz.
Yalnızca bu üç temel argüman bile sözü edilen birleşik demokrasi mücadelesinin asgari programının ilk üç maddesidir ve açık ki o ünlü tabirle ezilen sınıf, kimlikler ve cinsin kırmızı çizgileridir. Bu sorunlara karşı tutum aynı zamanda bırakalım birleşik cephe gibi en üst düzeydeki mücadele formunu, güncel politik eylem birliklerinin dahi vazgeçilmez ilkeleridir artık. Bu konuda hiç değilse emekçi sol hareketin önemli bir kısmında bir düzey yakalanmıştır ve bu düzeyin gerisine düşülemez. Bunlar, tutarlı demokrat addedilmenin de gereğidir.
Dolayısıyla birleşik cephenin ya da HDP literatüründen söyleyecek olursak ‘3. Yol’ çizgisinin örgütlenmesinin önündeki sorun “Atatürkçülerin, muhafazakarların, Kürtlerin, Alevilerin, solcuların, liberallerin” birleşmesi değil, güncel olarak AKP-MHP blokunda cisimleşen ancak bunları da aşacak şekilde sömürgeci faşist ve kadın düşmanı rejime karşı tutarlı demokratların, ilerici, devrimci öznelerin bir program etrafında birleşmesidir.
Türkiye ve Kürdistan emekçilerinin düne kadar devletin sahipliği ve sistemin hamiliğini yapan, esasen bugün de güncel olarak AKP karşıtlıkları dışında bu rollerini sürdüren burjuva muhalefet partileriyle birleşmeye ihtiyacı yoktur. Halklarımızın mücadele dinamikleri bizzat kendi bağrında vardır. Üstelik bunu yakın tarihimiz bize göstermiştir. Sömürgeci faşizme karşı yakın dönem hafızamıza kazınmış iki tarihsel sıçrama anı vardır. Birincisi; kendiliğinden toplumsal patlamanın ürünü olan Gezi/Haziran ayaklanmasıdır. Gezi’de öncü devrimci güçlerin de etkisiyle tüm AKP karşıtları emekçilerin devrimci eylemi arkasında pozisyon almıştır. İkincisi ise Gezi’nin dolaysız bir sonucu olarak yaşanan ancak son derece bilinçli, örgütlü bir eylemin ürünü olan 7 Haziran seçim zaferidir. 7 Haziran’da halklarımızın umudu haline gelen HDP her renkten burjuva partinin tabanına etkide bulunmuş, seçimlerde faşizme karşı birleşik mücadelenin öznesi olarak büyük bir zafer kazanmıştır ve AKP hükümetini alaşağı etmiştir. Birincisindeki eksiklik öncü-örgütlü bir liderlikten yoksunlukken, ikincisindeki eksiklik ise birincisinin sokaktaki direngen ruhunu bir politik çizgi haline getirememiş olmasıdır. Bu iki tarihsel an, bugün bakımından faşizme karşı mücadelenin içeriğini ve yürüyeceği rolü daha baştan göstermektedir.
CHP, İYİP gibi şoven partiler ya da daha genel bir ideolojik nosyon olarak Atatürkçülükle, muhafazakarlık gibi muğlak bir şekilde kavramsallaştırılmış devletçi bir politik İslamcılıkla ya da son tahlilde kapıları devletçi, burjuva sınıf iktidarına çıkan liberallerle eşit temelde ve ortak bir program etrafında buluşmak, bu güçlerle faşizme karşı birleşik mücadeleyi örmek cehenneme giden yoldaki iyi niyet taşlarını döşemekten başka bir anlam taşımamaktadır. Faşist iktidarların karakteristik yanlarından biri de tüm renkleriyle burjuva sınıfın güçsüzlüğünü yansıtmasıdır. Belli bir konjonktürde iktidara muhalif olarak konumlanmış olsalar da bu burjuva muhalefet partilerinin gerçek bir demokrasi ve özgürlükler savunucusu olduğu sonucunu çıkarmaz. Bilakis, bu güçler en kritik anlarda burjuva sınıf çıkarından ve devletin bekasından yana tavır alırlar. 7 Haziran seçim zaferinin akamete uğratılmasında ve önünün kesilmesinde CHP’nin ve sözde demokrasi savunuculuğu yapan bilumum burjuva gücün politik tutumları hatırlanmaya değer.
Birleşik ve kitlesel mücadele gücümüz olarak HDP 23 Şubat’ta 4. Olağan Genel Kongresi’ni toplayacak. Halklarımızın kongreden ve HDP’den beklentisi faşizme karşı mücadeleyi yükseltmek ve ezilenlerin birleşik cephesini kurmaktır. Bunu başarmak için amorf söylemlere, gerçek ilişkilerde karşılığı olmayan kalıplaşmış politik çağrılara ve birleşiklik adına mekanik genellemelere ihtiyacımız yok. Olabildiğince yalın ve gerçek söylemler ile burjuva muhalefetten bağımsız eylem gücümüz bizi güçlü kılacaktır. Şovenizme karşı ulusal ve inançsal kimliklerimizin eşitliği, erkek egemenliğine karşı kadın özgürlüğü ve cins eşitliği, burjuvaziye karşı işçi sınıfı ve emekçilerin hakları… Tüm bunlar gerek HDP’nin gerekse de HDP’yi oluşturan tek tek öznelerin asgari programı olarak cisimleşmiş durumda. Bundan önce olduğu gibi 4. Kongre’yle bundan sonraki süreçte de faşizme karşı bu taleplerimizin mücadelesini vereceğiz. Biz birleştiğimiz asgari program uğruna yürüyelim, bırakalım arkamızdan kim yürüyorsa yürüsün.