‘Kurul’lar yeni dönemde Saray’daki ‘ofisler’ ile tahkim ediliyor. Buna kimi ‘başkanlıklar’ı da ekleyebiliriz. Bir gölge kabineden çok çekirdek devlet modeli yürürlükte. Bu da 1930’lar Almanya’sıyla uyumlu. Adı sanı bilinmeyen herhangi biri o modelde vitrindeki isimlerden çok daha etkindir, onların kaderini tayin edebilir. Bu özel örgütlenme biçimidir. Hız ve merkezilik böylelikle çok daha etkinleştirilir. Kişiler gelir geçer, vitrinler değişir ancak mekanizma kalır.
Bir ‘kurul’umuz daha oldu: “Koronavirüs Bilim Kurulu.”
Rejimin niteliğini bilenler, Türkiye’de pek çok işin kurul ve üst kurullar aracılığıyla idare edildiğinin farkındadır. Akla gelebilecek her alanda ‘kurul’lar vardır. Saray merkezli yeni yönetim biçimlerinde de bunlar etkin biçimde sürüyor.
‘Kurul’ fetişizmi neden var? İlki, işleyiş ile görüntü aykırılığını gidermek hedefine bağlı. Kurullar özerk ve çok bileşenli, ayrıca siyaset üstü görüntüsünü sağlamak için işlevseldir. Parti devleti modelinde de aynı amaca matuf olarak uygun araçlardır. Türkiye’de devlet genel bir eğilim olarak kendisini sınıfların dışında ve üstünde bir dengeleyici mekanizma olarak sunmaya özen gösterir. 1923’te, 1960’ta, hatta 12 Mart ve 1980’de bu vurgulara rastlarız. Güya sağın ve solun, işçi ve patronun “üstünde”dir devlet. Dolayısıyla “devlet” herkesindir; eh arada bir darbe vb. olunca yahut en sert tedbirler alınınca herkesin bunu sineye çekmesi beklenir. Nihayet o ‘özerk’tir, herkes için en uygununa dönüşmüştür.
Kısa zaman öncesine kadar “devlet” daha çok “asker” demekti. “Milli Güvenlik Kurulu” da asıl olarak “Asker ne diyecek” diye dikkat merkezinde olurdu. AKP döneminde bu durum değişti. Nitekim ‘Devlet Başkanı’ çok açık biçimde, kendi makamını ‘devlet’ olmakla özdeşleştirmekte ve bunun kanıksanması için çabalamaktadır.
Devletin ‘özerk’ görüntüsü rejime ve iktidara tekelci burjuvazinin hizmetkarı olurken ve kendi türedi zenginlerini oluştururken epey olanak sağlar. ‘Kurul’lar da hem bu ‘özerklik’ görüntüsünü kalıcılaştırır hem ‘korporatist’ toplum modelini uygulamaya imkan tanır.
En popüler biçimi ‘sınıfsız-imtiyazsız kaynaşmış kitle olan korporatist toplum-devlet modeline asıl olarak Nazi devlet modelinde rastlarız. İşçi ile kapitalist oradaki çeşitli örgütlenmelerde-kurullarda bir araya gelir, “devlet” gözetiminde sorunlarını çözerlerdi. Elbette mesela “greve” gerek yoktur, kaldı ki grev milli şuur eksikliğidir… Buna yeltenen düşmanlaştırılır. Kuşku yok, politik İslamcı, ırkçı milliyetçi koalisyon bu modeli yaşatmaya, dahası kültüre dönüştürmeye çalışıyor.
Bu modelin devamı olağanüstü düzeydeki merkeziliktir. Ademi merkeziyetçiliğin her biçimi reddedilir. Hukukun ortadan kaldırılıp “kanun”un egemen kılınması da bununla iç içedir. Rejimin niteliğine bağlı yasalar toplamı olan “kanunilik” durumu ebedi bir ölçü olarak öne çıkarılarak muhalefet ve itiraz edenler o “kanun”lara göre tarif ve tasnif edilirken elbette “terörizm” sıklıkla bir yaftalama aracı olarak iktidar karşıtlarının yakalarına takılan “sarı yıldız”a döner.
Bu modeldeki “kurul”ların çeşitliliği sözüm onadır. Oralarda elbette “kanun” düşmanları yoktur. Koronavirüs Bilim Kurulu’nda tabip odalarının, hemşire derneklerinin sağlık işçilerinin sendikasının bulunmaması tam da bu nedenle “olağan”dır. Mevcut iktidar koalisyon ve onun bilenen isimlerin özel gayreti ve hevesi olmakla beraber burada olagelen bir işleyiş mekanizmasını teşhis ve teşkil etmek gerekir.
Devlet her ne ise iktidar koalisyonu da odur; bütün gayretiyle onu yaşatmaya odaklanmıştır. Belediyelerin bağış-yardım kampanyaları karşısındaki tutumda da bu iç içelik vardır. Bazıları “eskiden” demokrasi vardı sanıyor herhalde. Bu coğrafyada on yıllardır devrimciler tam da bu devlet faşizmine ve ona emanet olarak sürdürülen iktidarlara karşı mücadeleyi o bütünsel yaklaşımla sürdürüyorlar. Mesele CHP-AKP kayıkçı kavgasının çok daha ötesindedir.
Söz konusu kurullar “tarafsızlık” görüntüsüne elverişli olmaları nedeniyle, genellikle devlet ideolojisinin çözülmesine karşı birer bariyer gibi düşünülür. Virüs özelindeyse, iktidar koalisyonu Kurul’u öne çıkararak ve giderek bütün eksiklikleri beceriksizlikleri ve çok daha stratejik çuvallamaları, “Biz bilim kuruluna uyuyoruz” mazeretine sığınarak kendisini temize çekmeye çalışıyor.
Kimileri vitrine çıkma, kimileri bir salgın süreliğine de olsa tanınma-popüler olma gibi hevesler taşıyabilir, işin bu kısmını geçiyoruz. Ancak hemen hiçbiri AKP ile mesleki kariyere kavuşmayan, bir bölümü AKP’ye mesafeli bu kurulun toplamdaki işlevi, işler sarpa sardığında kurban olmaktır. Giderek iktidarın politik amaçlarının ve koyduğu türlü kısıtların onaylayıcı, meşrulaştırıcı aparatına dönüşme tehlikesi şimdiden belirmiştir.
Türkiye’de ‘devlet’ hemen her tarafa yayıldığı için devlet dışı düşünen, konu özelinde mesleki birikim ve ihtiyaçları olduğu gibi dile getiren isimler devlet mekanizmalarından, son yıllarda görüldüğü gibi, fiziksel tasfiyelerle uzaklaştırılmaya maruz kalmıştır. İlerici tabipler hedef haline getirilip itibarsızlaştırılırken, örgütlülükleri dağıtılmak veya ele geçirilmek istenmiştir. Kısa bir süre önce iktidarın tabip odalarına karşı düşmanlaştırıcı tutumu akıllardadır.
Geleneksel faşizmde bu denli katı bir düşmanlaştırma yoktur. İlerici, sol, sosyalist kimlikleriyle bilinen bir doktor, mimar, yazar, işine olan hakimiyeti ve niteliği nedeniyle söz alabilir, dediklerine kulak verilmesini sağlayabilirlerdi. Yeni faşizmde hepsi açık hedeftir. Dolayısıyla hemen herkes çok net, sınırları belirlenmiş tercihlere mecbur bırakılır. İktidarın oluruyla teşekkül eden bir kurulda “majestelerinin muhalefeti” dahi hoş görülmez. Merkeziyetçilik takıntı ve dayatması, her ilişki biçimine türlü görünümlerle yansır.
İktidar tekelini sürdürmek daha katı merkeziliği, sinirleri zayıflamış öfke patlamalarını, komplocu düşünüş tarzını ve her aksaklıkta faturayı birilerine kesme amansızlığını gerekli kılar. Güvende olamama hissi iktidar cenahındaki bürokratlar bakımından da geçerlidir. Daha boyutlu hesaplaşmaları “uzun bıçaklar gecesi”sinden hatırlayabiliriz. Devletle özdeşleşme iddia ve ittifaklar bunu üretir.
CHP’nin muhalefetinin “devlet adamlığı böyle olmalı” ekseninden üretilmesi sadece gülünç değil, o zihnin “backraund”unu ele veren bir refleks. Onun peşine takılacak olanın sürüklenecekleri ‘son durak’ bu nedenle kolayca kestirilebilir. Vekil dokunulmazlıkları konusunda CHP, aldığı o meşum tutumla topluma bir siyasal karanlığı hediye etti. Şimdi de sokağa çıkma yasağı ısrarıyla muhtemel bir “OHAL” hediye etmek üzere olduğunun farkında mı acaba? Siyaset böyledir; etki üretmek için bir taktiğe yüklenirsiniz ama adınız CHP ise çıkardığınız sonuç dudaklarınızı uçuklatır.
Devlet aygıtının çekirdeğindeki faşizm…
Otoriter despotluğun bütün biçimlerinin kendisine içkin olduğu devlet aygıtının çekirdeğindeki faşizme sessiz kalan, dikkatini oraya yöneltmeyen burjuva sol, tıpkı pek çok “kurul” gibi yalnızca stepne işlevinde olabilir.
‘Kurul’lar yeni dönemde Saray’daki ‘ofisler’ ile tahkim ediliyor. Buna kimi ‘başkanlıklar’ı da ekleyebiliriz. Bir gölge kabineden çok çekirdek devlet modeli yürürlükte. Bu da 1930’lar Almanya’sıyla uyumlu. Adı sanı bilinmeyen herhangi biri o modelde vitrindeki isimlerden çok daha etkindir, onların kaderini tayin edebilir. Bu özel örgütlenme biçimidir. Hız ve merkezilik böylelikle çok daha etkinleştirilir. Kişiler gelir geçer, vitrinler değişir ancak mekanizma kalır.
En genel anlamda ‘devlet dışı alan’da, siyasal özgürlük mücadelesiyle karşılıklı etkileşim içerisinde meslek örgütlerinin, odaların, derneklerin, sendikaların güçlendirilmesi ve gerçekleri halka açıklamaları; yoksulları, işçileri, kadınları, ezilenleri merkeze alan talepleri yükseltmeleri son derece önemlidir. İktidar tekelinin, yukarıda saydığım biçimleri ‘zor’ yöntemlerinin birer biçimidir. Gücünü “memleket süt liman” algısına borçlanır. O nedenle ideolojik, kültürel hegemonyayı kaybetmiştir; kaybetmese öyle bir ilkel varoluşu sürdürme zorlamasına müracaat etmez.
Hakikate ve onun ezilenlerin özgürlük mücadelesi yorumuna dayanan anlama, gösterme, teşhir etme, toplumsal talep üretme mücadelesi bu nedenle yaşamsaldır. Bazen bir yayın faaliyeti, bazen gayet ‘barışçıl’ bir gösteri, bazen bir meslek odasının demokratik itirazları ve sunduğu alternatif yollar siyasal özgürlük mücadelesinin zaferine varacak yeni yollarla buluşur. Bunun için bazen meşruiyet kaygısıyla defansa hapsolan, kendini izah etmeye çalışan, meşruiyet bilinci zayıf kararsızlıklardan azade olmak gerek. Faşizme karşı siyasal ve toplumsal özgürlük mücadelesi şu dünyanın en meşru işi ve yaşama biçimidir. Kapitalizme biat etmemekse en büyük onur.
(ETHA)