Sermayenin krizi öylesine büyüktür ki, sınıf savaşını ideolojik araçlarla örtmeye neredeyse tenezzül bile etmemektedir artık. Bu durumda sosyalistlerin de bir yandan işçi ve emekçiler içerisinde ücretli izin ve ücretsiz gıda için mücadele sloganlarını yükseltirken, diğer yandan da onlara bunun bir sınıf savaşı olduğunu; sınıf partisinin bayrağı altında toplanmaları gerektiğini; faşizm ve kapitalizm yıkılmadan kurtuluşa eremeyeceklerini ve varılacak yere kan içinde varılacağını anlatma sorumlulukları vardır.
Koronavirüs salgınının üretime, lojistiğe ve dolaşıma vurduğu darbe sebebiyle kapitalist üretim tarzı büyük bir çöküş yaşamakta. Emperyalist burjuvazinin araştırma kurumu olan Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF) yılın ikinci yarısında toparlanmanın başlayacağı varsayıldığında dahi dünya ekonomisinin yine de yıllık bazda yüzde 2.8 küçüleceğini tahmin ediyor. Anlaşılan o ki yeniden büyüme umutları 2021’ye kalmış gözüküyor.
Ancak “büyümeden” kastımızın düze çıkmak olmadığını söylememiz gerekiyor. Zira kapitalizm salgından önce de 2008-2009’dan bu yana süren uzun bunalım sürecinin içindeydi ve ortada işlerin düzeleceğine dair herhangi bir işaret de yoktu. Üretkenlik artışları durmuş, istihdam ve sabit sermaye yatırımlarının büyüme hızı iyice yavaşlamış, küresel ticaret hacmi ise küçülmeye başlamış durumdaydı. Dolayısıyla kapitalizmin yakın gelecek için kendine dair en olumlu vizyonu zayıf ve giderek küçülen büyüme oranlarının hüküm sürdüğü bu bunalım koşullarına geri dönmekten başka bir şey değil.
KAPİTALİZMİ KURTARMAK
Eğer emperyalist burjuvazi salgının yarattığı bu krizde iflaslara izin verseydi ve böylece değişmeyen sermaye fiyatlarının dibe vurması sağlansaydı, kapitalist üretim tarzı belki yeni bir genişleme sürecine girebilirdi. Ancak bütünleşik bir dünya pazarının oluştuğu, üretim süreçlerinin parçalanıp küreselleşerek iç içe geçtiği ve uluslararası tekellerin “batamayacak kadar büyük” hale geldiği emperyalist küreselleşme evresinde bunun olması söz konusu olamazdı, olamıyor. Kapitalist kriz döngüsü tamamlanamıyor. Kapitalizmin varoluşsal bir kriz içerisinde olduğunu söylememizin nesnel zemini de bu zaten.
Bu yüzden 2008-2009 krizinde ne yapıldıysa bugünkü krizde de o yapılıyor: Tekeller ve mali sermaye devleri kurtarma paketleri ile (bir süreliğine) kurtarılıyor. ABD ve AB devletleri bu kapsamda sadece bir ay içerisinde dünya hasılasının onda biri demek olan 8 trilyon doları bu şirketlere aktardılar. Diğer bir deyişle bu şirketler iki yıllık kârları kadar tutarı ceplerine koymuş oldular.
Kurtarma paketleri işçi sınıfından sermaye sınıfına kaynak aktarımının hızlandırılmasıdır. 2008’deki kurtarma paketleri 2010’lar boyunca ABD ve AB proletaryasına kemer sıkma ve emeği esnekleştirme uygulamaları olarak geri dönmüş, böylece mutlak artıdeğer sömürüsü oranı bir nebze daha arttırılarak kâr oranlarının düşme eğilimine bir karşı-eğilim yaratılmıştı. Bugün de aynısı olacak, daha şimdiden 2008 krizindekinin beş katına ulaşmış olan paketlerin bedeli yine işçi sınıfına ödetilmeye çalışılacaktır.
Elbette mali-ekonomik sömürgelerin kendi burjuvazilerine emperyalist devletler kadar büyük kurtarma paketleri sunma olanakları yoktur. Adları üstünde, bu sömürgeler mali sermaye oligarşisinin akımlarına bağımlıdır. Koronavirüs salgınında mali-ekonomik sömürgelere yönelik sermaye akımlarındaki düşüşün 2008 krizindeki düşüşten iki kat fazla olduğu düşünüldüğünde bu ülkelerdeki burjuva iktidarların sunabileceği paketlerin boyutunun ne kadar sınırlı kalacağı anlaşılabilir.
Ancak burada da devreye IMF girmektedir. Swap mekanizması yoluyla “Gelişmekte olan ülkelere” yönelik 1 trilyon dolar değerinde kaynak aktaracağını açıklayan IMF ile Türkiye de görüşmektedir. Bu aktarımın şartlarının ne olacağını henüz bilmiyoruz ancak Türkiye kapitalizminin böyle bir yardımı kabul etmeme gibi bir lüksünün pek olmadığını, böyle bir anlaşmanın da Türkiye işçi sınıfı ve ezilenler için devasa bir kemer sıkma saldırısından başka anlama gelmeyeceğini biliyoruz.
TÜRKİYE KAPİTALİZMİNİN GÖRDÜĞÜ HAYAL
Bundan ayrı olarak, Türkiye kapitalizminin bu salgını küresel üretim zincirlerindeki payını arttırmak için bir fırsat olarak kullanma niyetinde olduğu da görülüyor. Çin’in üretiminde yaşanan azalma neticesinde özellikle tekstil, otomobil, mobilya, demir-çelik ve meyve-sebze sektörlerinde üretimin mali-ekonomik sömürgelere kayabileceği tahminini yapan saray, bu yeni üretim üslerinden biri olabilmek adına halk sağlığını hiçe sayıp, imalat sanayi üretimini açık ve işler halde tutmaya çalışıyor. Bu hayali besleyen bir diğer motivasyon da ABD emperyalizminin bu salgını Çin emperyalizminin üretim gücünü kırmak için kullanabilecek olması ihtimalinden kaynaklanıyor. Zira anketler, daha şimdiden ABD’de her iki partide de Çin’in tazminat ödemesi ve Çin’e karşı gümrük duvarlarının yükseltilmesi gerektiği görüşlerinin ağırlık kazanmaya başladığını gösteriyor. Tüm bunları topladığımızda faşist şefin neden her konuşmasında salgın döneminde üretimi, ihracatı ve çalışmayı sürdürmenin öneminden bahsettiği de, İç Savaş Bakanı Soylu’nun neden “Tedarik ve üretim zincirinin hiçbir şekilde azalmaması lazım” diye tekrarlayıp durduğu da böylece anlaşılmış oluyor.
Elbette bu hayalin bir parça gerçek olması için bile Türkiye’nin tekeller için rakiplerine kıyasla daha cazip hale getirilmesi gerekiyor. Küresel üretim hiyerarşisinde yüksek teknolojili parça üretiminin yapıldığı üst sıralara tırmanması yapısal olarak olası olmayan Türkiye kapitalizmi için “cazibe merkezi” olmanın tek yolu emek gücünü daha da ucuz ve esnek hale getirmekten geçiyor. Devlet tüm gücünü buna odaklamış durumda. Kısa çalışma ödeneği, telafi çalışması, denkleştirme, ücretsiz izin vb. esnek çalışma uygulamaları bu sebeple devreye sokuluyor. Salgının baş verdiği işyerlerinde üretime devam edilmesini öngören faşist genelgeler bu sebeple yayınlanıyor. Valilikler “İş bırakmanın yasaklanması” gibi köleci döneme özgü kararları bu sebeple alıyor.
Özetle Türkiye kapitalizmi ikili bir istihdam stratejisi güdüyor: Üretimin kârlı bir şekilde sürdürülebildiği yerlerde işçiler ölene kadar çalıştırılabilecek, zorlanılan yerlerde ise kolayca ve “masrafsız” olarak sokağa atılabilecek. Toplamda artan işsizliğin baskısı ile de ücretler reel olarak budanabilecek.
DİSK’İN SINIF İŞBİRLİKÇİLİĞİ
Salgın kan emiciler kulübü olan TİSK için adeta “Allah’ın bir lütfuna” dönüşmüş durumda. Ama asıl acı olan, TİSK’in bunu sadece devletin değil, DİSK’in de tam desteği ile yapıyor olması.
Neoliberal dönemin başı sayılan 1980’lerin ortalarında emperyalist merkezlerdeki sendikalar ve Dünya Çalışma Örgütü (ILO) üretimin mali-ekonomik sömürgelere taşınması tehdidiyle emeğin esnek ve güvencesiz hale getirilmesine onay vermişlerdi. Herhalde DİSK de bugün benzer bir kaygı duyuyor ve her türden esnek çalışma önerisini reddedeceğine ve hiçbir hak/ücret kaybı olmayacak bir ücretli izin için genel grev örgütlemeye girişeceğine, sözde “işçi sınıfının göreceği zararı azaltmak” için yarım ağız bir muhalefet ile TİSK’in sözcülüğünü üstleniyor. Elbette bu “kaygı” ile elde ettiği tek şey de sınıf işbirliğinin pespaye halinden başka bir şey olmuyor.
İKİ GÜNCEL GÖREV
Sermayeyi kurtaran paketler, işçinin boynuna urgan olacak olan kemerler ve sınıfa ihanetler karşısında devrimci siyasetin yürüyeceği hat herhangi bir tartışmaya yer bırakmayacak kadar açık. Son ölçümlere göre Türkiye işçi sınıfının yüzde 50’si fabrikalarda, atölyelerde, şantiyelerde ve madenlerde salgın riski altında çalıştırılmaya devam ediliyor. Eğer siyaset gayet fiili bir şeyse, açıktır ki bugünün failleri öncelikle bu işçi ve emekçiler olacaktır. Zira çalışmak zorunda bırakılanların hak/ücret kaybı olmayan bir ücretli izin için gerçekleştirecekleri her grev, işgal ve direniş hiçbir talep listesinin veya soru önergesinin yapamadığını yapacak ve patronların iktidarını tam da kendini yeniden üretmeye çalıştığı yerden vurabilecektir. Belli olmuştur ki konfederasyonlar böyle bir şeyi örgütlemeyeceklerdir. O halde görevin tüm yükü mücadeleci sendikaların ve sosyalistlerin omzundadır. Devlete seslenen değil, işçiye seslenen; ses çıkarmayı değil, sınıf kavgası çıkarmayı hedefleyen; evde kalmayı değil, evde kalamayan sınıf kardeşlerinin yanına giden bir mücadele hattı günceldir.
Öte yandan, sınıfın yüzde 22’si bu süreçte ücretsiz izine çıkarılmış veya işten atılmış durumdadır. Bu kesimin en iyi durumda olanları aylık 1170 TL işsizlik yardımı alacaktır. Asgari ücretle zaten geçinemeyenlerin açlık sınırının yarısından az olan bu parayla yaşayabilmesi imkansızdır. İktidar bu sebeple sözde gelir desteği adı altında halka banka kredisi, yani daha fazla borçlanma “şansı” tanımaktadır. Çaresiz kalan işçi ve emekçilerin daha fazla borca batmaları ise asla dayanışma ağlarının engelleyebileceği bir şey değildir. Evde olduğu halde açlığın evde tutamayacağı işçi-emekçilerin ihtiyaç duyacakları gıda ve temel ihtiyaç malzemeleri bizde değil, burjuvazinin marketlerinde, depolarında, mağazalarındadır. Özel mülkiyet düzeninin açlığa giydirdiği deli gömleğini nasıl parçalayacaklarını ve ücretsiz gıdaya nasıl ulaşacaklarını sınıfa göstermek sosyalistlerin bir diğer güncel görevidir.
Bu iki görevde sağlanan başarılar, işçi sınıfı ve ezilenlerin salgın sonrasında tepelerine binecek olan kemer sıkma saldırılarına karşı kendilerini savunma yeteneklerini de arttıracaktır.
Sermayenin krizi öylesine büyüktür ki, sınıf savaşını ideolojik araçlarla örtmeye neredeyse tenezzül bile etmemektedir artık. Bu durumda sosyalistlerin de bir yandan işçi ve emekçiler içerisinde ücretli izin ve ücretsiz gıda için mücadele sloganlarını yükseltirken, diğer yandan da onlara bunun bir sınıf savaşı olduğunu; sınıf partisinin bayrağı altında toplanmaları gerektiğini; faşizm ve kapitalizm yıkılmadan kurtuluşa eremeyeceklerini ve varılacak yere kan içinde varılacağını anlatma sorumlulukları vardır.
(ETHA)