Yeni faşizmde “yetenekli” olmak değil, vasatlık ve sıradan pratisyenlik tercih nedenidir. Kadrolarla araçsal ilişki kurulması bu düzenin vazgeçilmezidir. “İşkillenmek” bu nedenle yedi yirmi dört kaderdir. Eh, bu da kurt gibidir, insanın beynine girdi mi mahveder. Bir gün “yamyamlar” dersiniz, bir gün kamyoncuyu karakola çektirirsiniz; bütün bu huzursuzluk hallerinde bir türlü yarından emin olamama vardır. Topluma vasi olduğuna inanan kendi üzerindeki vasaliteyi kabul eder.
“İnfaz Kanunu” Meclis’te tartışılırken alınan sokağa çıkma yasağına karşı halkın gayet kendiliğinden davranış biçimi, kabinenin en popüler ismini istifaya sürükledi.
Halk bunu neredeyse hiçbir şey yapmayarak başardı. Devletin arzu ettiği gibi davranıp, yasağa riayet etmek yerine, “devletin sağı solu belli olmaz” diyerek yaşam malzemesi teminine girişti. İktidar medyası düpedüz hakaret ederek aşağıladı o kitleyi. Bilmeden, farkında olmadan iktidarın prestijini yıpratmış, hatta “mümtaz bir Bakanın” istifasına yol açmışlardı.
İlgili Bakanın bazı bakımlardan gayet fevri olduğu anlaşılan istifası kabul edilmedi, o da “bis yapar” gibi gücünü egale ederek, pek heyecanlı ifadelerle görevine döndü. Ancak her tür sövgüyle karşılaşan o kitleye dönük iktidar medyası bakışı baki. Kötü bir şeye yol açmışlardı zira.
Dikkat çeken bir kaç ayrıntı var. İstifa ardından Erdoğan’ın onu övücü sözlerle taltif etmesi, Bahçeli’nin cansiperane savunması ve bir kısım şahsın sokakta Bakan lehine gösteri yapması.
Kendisi açıkça “benim işim işkillenmek” diyordu daha üç gün önceye kadar. Açık sözlü bir itiraf ve duygu/düşünce dünyası biraz daha yakından tanımaya vesile oldu. Yetinmedi, aynı günlerde Kürdistan’lı devrimcilerle ilgi olarak “Onları bulup lime lime edin talimatı verdim” diye demeç verdi. Bu da ‘gayet açık sözlü bir kendini ortaya koyuş’ biçimiydi. ‘Ben bu işe hayatımı yatırdım’, diyordu. Göstere göstere, kıymetimi anlayın dercesine.
Peki neden?
Çekirdekten MHP’li veya AKP’li değildi. Düne kadar Erdoğan aleyhine çok ağır sözler etmişti. O sözleri şimdi söyleyecek birinin istikameti hücre olur, o denli ağır, o denli galizdi.
O zamanlar siyasi partiler enflasyonu içinde, Çiller-Ağar atığı ve isim değiştirmiş bir partinin başkanıydı. Medyadaki tanıdıkları vesilesiyle röportaj ayarlıyor, sahaya çıkmak, diğerlerinin arasından sıyrılarak kendine alan açmak istiyordu. Sert bir muhalefetle beraber kazanmaya odaklanmıştı.
İstediği gibi olmadıysa bile, beklediğinin ötesinde bir hızla kendisini en popüler makamda bulduğunda hırs-ihtiras-arzu üçgeninde inşa ettiği siyasal kişiliğini; milliyetçi devletçiliğin birbirini kestiği yerde parlattı. İktidar içinde kısa zamanda hasım biriktiren bu maksatlı faaliyet onu bir kaç defa istifanın eşiğine getirdi. Her seferinde vazgeçirildi. Hepsinde de aynı övgüleri aldı. Devletin yeni nizamını en doğrudan en amansız biçimde uygulayan, rejimin yeni biçimiyle en çok özdeşleşen kişi kendisiydi. Şahsı kaderiyle rejimin kaderi iç içe geçmişti.
Sayılabilecek pek çok pratik tutumda, polemiklerinde ve ithamlarında aşırı subjektiflik öne çıkıyor, o makamdakilerin serinkanlı, sağlam sinirli, görünmeyi sevmeyen genel özelliklerinin aksine her fırsatta öne çıkmayı önceledi. Bunun politik imajlarla yapıldığı, günün birinde, daha önce galiz ifadelerle yüklendiği AKP’nin rakibi olacak politik oluşumlara hazırlandığı çok konuşuldu.
Oysa kendisinin bir politik liderlik yeteneği olmadığını bizzat AKP lideri biliyor. Bu açıdan bir rakip adayı dahi değil. Liderlik denilen durum başka bir kumaşı gerektirir. Başkalarının onayına bunca muhtaç ve bunca fevri iken dar grup-sekt idareciliğinde ileri gidemeyeceğini şahsi geçmişi de gösteriyor. Dolayısıyla bu çerçevede bir problem değil. MHP’ye katkısı ve benzeri de sonuç değiştirmeyecektir; orada kişisel inisiyatife daha az olanak sunulurken fevriliğe olanak tanınmış ve o her zaman iktidarda olmayı, oraya varmayı, bir tür karşıdevrimci ihtiraslara kapılan Martin Eden olmayı seçmiştir.
Bu kadro tipinin bir ömrü var. O ömrün politik dönemlerle bağı bulunuyor. Dolayısıyla dönemin sona erişiyle görevlinin gidişi genelde birbiriyle uyuşur. Buna rağmen istifa açıklamasında tekraren “sadakat” vurgusu yapması çok ilginç. Her fırsatta sadık olduğunu anlatmaya çalışmak, orta yerde hala “dışarıdan biri gibi” algılandığını, kendisini bütünüyle kabul ettiremediğini de anlatır.
Bunca çatışmanın, bağırıp çağırmanın, kontrol etme takıntısının, neredeyse sadece kendisinin çalıştığını ima eden tutumların kaynağında bu kabul ettirme kaygısını teşhis etmek mümkün. Genellikle böyle olur. Küçük topluluklarda da benzer refleksler vardır. Bir inanca veya topluluğa iltihak eder, genellikle en aşırı uçlarda yer alarak kendisini kabul ettirmeye çalışır. Oysa bu çalışmakla giderilmeyecek bir eksiklik, “en sadık olan benim” iddiasıyla gizlenemeyecek bir geçmiş orta yerde duracaktır.
Kendisi adalet mücadelesinin konusudur. Bunu pek çok örnek doğrulayacaktır. Ancak o rejime, düzene, eşitlenemez. Rejim onun gibi pek çok kadroyu kapsar. Vazgeçilmez değildir. Takım çalışmasına yabancı olması da iktidar içi dengelerle birileriyle itiş kakış ilerlemesi, görevini sadakatla yaptığı sürece önemsenmez. Daha önemlisi, birey olarak iradesi daha baştan sakatlanmıştır; yeni faşist rejimde bireylerin tabi olmak dışında hakları yoktur, inisiyatifleri yoktur.
En yetenekli mi, hayır. Yeni faşizmde “yetenekli” olmak değil, vasatlık ve sıradan pratisyenlik tercih nedenidir. Kadrolarla araçsal ilişki kurulması bu düzenin vazgeçilmezidir. Ancak her halükarda, kişilerin politik ömrü rejimden kısadır. Günün birinde rejim, yenilerine yer açmak için hepsinden vazgeçer. Ancak ondan önce, iktidarın mutlak sahibi olduğu imajını sarsmamak için her yolu deneyerek günün birinde ansızın ondan vazgeçebilir.
“İşkillenmek” bu nedenle yedi yirmi dört kaderdir. Eh, bu da kurt gibidir, insanın beynine girdi mi mahveder. Bir gün “yamyamlar” dersiniz, bir gün kamyoncuyu karakola çektirirsiniz; bütün bu huzursuzluk hallerinde bir türlü yarından emin olamama vardır. Seçilen hayatın olağan cilvelerindendir bu da. Topluma vasi olduğuna inanan kendi üzerindeki vesaiyeti kabul eder. Büyük balığın küçüğü yutması gibi. Rejimin sadece son 30-40 yılında gelip geçenleri şöyle bir düşündüğümüzde doğanın diyalektiğinin nelere kadir olduğun görebiliriz.
Adalet arayışı ezilenlerin çığlığıdır. Bazen bir çığlık bütün ezilenlerin kalbine işleyiverir. Dün işledi, yarın da işleyecektir.
(ETHA)