16 Haziran tarihinde Akdeniz kıyılarında, içinde 750 kişi bulunan bir tekne alabora oldu. Bugüne kadar 104 kişi sağ olarak kurtarıldı ve geri kalan 646 kişinin ne yazık ki hayatını kaybettiği bildirildi. AB Komisyonu’nun İçişlerinden Sorumlu Üyesi, bu olayı Akdeniz’de bugüne kadar yaşanan en büyük trajedi olarak nitelendirdi.
Bu olay, kesinlikle trajedik bir durum olmakla birlikte, sadece bu terimi kullanmak bizi hikayenin tamamını anlatmaktan uzaklaştırır. Bu, yalnızca bir trajedi değil, aynı zamanda Avrupa Birliği ve ortakları tarafından gerçekleştirilen bir katliamdır. Yüzlerce insan, Avrupa’nın sınırlarının dışında, burjuva “demokrasisi” adı altında can vermiştir.
Deniz göç yolunda yaşanan bu son katliam, Avrupalı sahil güvenlik görevlilerinin gerçek niyetlerini bir kez daha gözler önüne sermektedir. Felaketin gerçekleşmesinden saatler önce, Yunanistan Sahil Güvenliği ve diğer yetkililer, yardıma muhtaç 750 yolcusuyla aşırı kalabalık bir gemi hakkında bilgilendirilmişti. Ancak, görevliler bölgeye ulaşmak için saatlerce beklediler. Bölgeye vardıklarında ise daha büyük bir felakete sebep oldular. Hayatta kalanlar, Yunan yetkililerin gemiyi ulusal deniz bölgesinin dışına çıkarmak amacıyla çekmeye çalıştığını bildirdi. Bu durum, teknenin alabora olmasına ve içindeki insanların çoğunun hayatını kaybetmesine yol açtı. Yetkililer ise bu iddiayı inkar etmektedir.
Bu durum, bize gösteriyor ki, devletlere veya (Avrupa Sınır ve Sahil Güvenlik Ajansı) Frontex’e bağlı olsunlar, sahil güvenlik görevlilerinin görevi, insan hayatını değil, Avrupa Birliği’nin kapitalist hegemonyasının çıkarlarını korumaktır.
Yunanistan’da gerçekleşen katliamın hemen ardından, Yunan genç kitleler mağdurlara dayanışma göstermek amacıyla sokaklara çıkarak insan hayatını hedef alan sınır politikalarını protesto etti. Ancak Avrupa, göçmen ve mültecilere yönelik zorlu koşullar yaratmaya devam ederek, ardı arkası kesilmeden açıkça suş işlemeye devam ediyor. Bu durum yıllardır hiç olmadığı kadar gergin bir halde; düşmanlıklar küresel düzeyde doruk noktasında, emperyalizm Küresel Güney bölgelerini harap ederken, birçok insan da daha iyi bir yaşam umuduyla Avrupa’ya ulaşma çabası içinde. Bu durumu veriler de teyit etmektedir: Geçen yıl sadece Akdeniz’de 4.000’den fazla göçmen boğularak hayatını kaybetti. Bu, 2017’den bu yana kaydedilen en yüksek sayıdır ve kayıtlara geçmeyenlerin daha da fazla olduğu düşünülmektedir.
Bu durumu göz önünde bulundurarak, Avrupa’nın suç ortağı olduğunu tekrar belirtmek önemlidir. Katliama konu olan bu tekne gibi birçok tekne de kendisinden önceki gibi Libya’dan hareket etti. Savaşın parçaladığı ve istikrarsızlaştırdığı Libya, göçmen ve mültecilerin Avrupa’ya geçiş noktası olarak bilinir. Ayrıca, insan kaçakçılığının en yoğun olduğu bölgelerden biri olarak da tanınır. Mısır merkezli bağımsız bir medya ajansı olan Mada Masr, gemide bulunan çocukların aileleriyle görüşerek, çocuklarının kaçakçılar tarafından rehin tutulduğunu ve zarar görmemeleri için 4.000 Amerikan dolarından fazla fidye talep edildiğini aktardı. Aktarımlara göre balıkçı gemisine binmeden önce bile maruz kaldıkları koşullar son derece tehlikeliydi. Libya’yı geçerek denizi aşma umuduyla birçok kişinin karşılaştığı gerçek budur. Kendilerini çaresiz, yoksul, zulme uğramış ve geleceklerinden umutsuz hisseden insanlar, geri dönmek, Libya’da işkence görmek ve köleleştirilmek ya da denizde ölüm riskini göze almak arasında bir seçim yapmak zorunda kalıyor. Birçoğu ikincisini tercih ediyor. Bu yıl, Kuzey Afrika ülkesinden hareket eden teknelerde %600’e varan bir artış yaşandı. Bu rakam, Afrika ve Orta Doğu’daki insanların maruz kaldığı durumun ciddiyetini gözler önüne sermektedir.
Libya’da insan tacirleri tarafından işlenen işkence, köleleştirme ve cinayetler uluslararası toplum için sır değildir, uzun yıllardır bilinmektedir. Ancak özellikle AB başta olmak üzere, bu durumu görmezden gelmeyi tercih etmektedirler. Avrupalı sahil güvenlik görevlileri, Libya’da göçmenlerin ne tür koşullarla karşılaştığını bilmelerine rağmen, tekneleri geri göndermek için yeşil ışık yakmaktadır. Dahası, Avrupalı liderler, göç konusunda Libya ile anlaşmalar imzalamaktadır. İtalya’nın sağcı Başbakanı Giorgia Meloni, Şubat ayında Libya Sahil Güvenliğine destek ve malzeme yardımı sözü vererek, “Yasadışı göç akınıyla mücadele bizim için merkezi bir dava olmaya devam ediyor” dedi. Sadece üç ay sonra, teknelerin çoğunun kalktığı Doğu Libya’yı kontrol eden paramiliter General Halife Hafter ile bir araya geldi. Hafter’in kaçakçılarla işbirliği yaptığı bilinmektedir. Bu görüşmeler tepkisiz kalmadı, ancak hem İtalya hem de AB müzakerelerini haklı çıkarmaya çalışmışlardır.
Daha önce bahsedilen tekne “kazası” aslında tesadüfi bir olay değildir; uzun süren savaş çığırtkanlığı ve sığınma yasalarındaki kısıtlamalar ile, bir yandan insanların ülkelerini terk etmesine neden olmuş, diğer yandan da mümkün olduğunca çok sayıda mültecinin Kale Avrupası’na girişini engelleme hedefi güdülmüştür. Mevcut iltica yasalarının AB’de yeterli olmadığı kabul edilerek, bir değişiklik yapılması planlanmaktadır. Ancak bu değişiklik, burjuva partiler tarafından ikiyüzlü bir şekilde “dayanışmaya dayalı bir dış politikanın temel taşı” olarak tanımlanan yeni bir yasa ile bir kişinin sığınma hakkının olup olmadığı “daha hızlız” bir şekilde karara bağlanabilecek. Bu durum, adil bir iltica prosedürüne ilişkin temel hakkın ciddi şekilde zedelenmesi anlamına gelmektedir. Ayrıca, Avrupa merkezi veri tabanının genişletilmesi planlanmakta ve mülteciler AB’ye adım attıklarından itibaren biyometrik olarak kaydedilerek tüm Avrupa’da takip edilecektir. Bu, gözetim devletine hoş geldiniz demek anlamına gelmektedir!
Üçüncü ülke düzenlemesi de genişletilecek ve mültecilerin nerede yaşamak istediklerine karar verme hakları daha da azaltılacak, keyfi biçimde oradan oraya sürükleneceklerdir. Mültecileri kabul etmek istemeyen herhangi bir ülke, kabul etmediği her bir kişi başına 20.000 Avro’dan fazla bir ödeme yapmak zorunda kalacaktır. İnsanları bir meta konumuna indirmek ve onları alınır satılır şeylere dönüştürmek ve keyfi olarak ülkeye almamak artık normlaşacak.
AB, bu yasayı tek başına uygulayamayacağından dolayı destek aramaktadır. Mültecilerin çoğu ya Tunus’tan gelmektedir ya da Tunus üzerinden çıkışları yapmaktadır. Bu nedenle, Alman İçişleri Bakanı ve diğer Avrupalı bakanlar, sınır güvenliği konusunda seçenekleri görüşmek üzere Tunuslu mevkidaşlarıyla bir araya gelmiştir. Özetlemek gerekirse, AB, Tunus’tan daha az mültecinin AB’ye giriş yapmasını sağlamasını istemekte ve Tunus’un ülke sınırları içindeki mültecileri çıkışını engelleme hatta onları gerekirse sınır dışı etme görevi üzerine pazarlık yapmaktadır. Çünkü AB için asıl önemli olan, mültecilerin Avrupa’ya hiç gelmemeleridir.
Ancak Tunus, Avrupa’nın “sınır polisi” olmayı reddetmektedir. Bu durumda Tunus’un başka bir seçeneği bulunmakta mıdır? Ülkenin ekonomik durumu son derece kötüdür ve birçok insan yoksulluk içinde yaşamaktadır. Ayrıca rejim her geçen gün daha otoriter bir hal almaktadır. Kuzey Afrika ülkesi iklim krizinin sonuçlarıyla sert bir şekilde karşı karşıya kalmakta ve bu durumun düzelme ihtimali neredeyse yok gibidir. Ülke genelinde Müslüman olmayan halklara yönelik ırkçılık ise yayılmaktadır.
Bu durumda para çözüm sunabilir mi? İşte tam da burada AB devreye girmeye çalışmaktadır. AB, yaklaşık bir milyar Avroluk yardım paketiyle Tunus’a destek olmayı planlamaktadır. Bu yardımın karşılığında mültecilerin Akdeniz üzerinden Avrupa’ya geçişleri engellenecektir. AB Komisyonu Başkanı von der Leyen, Tunus’u “göçle mücadelede” önemli bir destek olarak değerlendirmektedir. İtalya’nın sağcı hükümet başkanı Meloni’nin bu toplantılarda hazır bulunması ve daha fazla sınır koruması çağrısında bulunması ise artık kimse için şaşırtıcı olmamaktadır.
Şimdi geriye, bu planlı yasaya, Akdeniz’deki katliamlara, insanların ülkelerini terk etme nedenlerine karşı ve iltica hakkının korunması için, insan haklarının korunması ve uluslararası dayanışma için mücadele etme görevi kalmaktadır.