“Salgında çalışmak öldürür. Yaşamak için işi durdur!” şiarıyla doğrudan işyerlerine gitmeli ve yıllık izine ek olacak, zararı kamuya yıkılmayacak bir ücretli izin talebiyle işçi-emekçilerin grevini, iş bırakmasını örgütlemeli.
Bir önceki yazıda küresel salgının kapitalizmin krizini daha da katmerli hale getirdiğini tespit etmiş ve yaşanan ağır tahribat karşısında devletlerin ilk hedefinin işçi sınıfı değil, şirketlerin kurtarılması olacağını söylemiştik.
Zaman ilerledikçe bu kurtarma paketlerinin boyutu da yavaş yavaş netleşmeye başlıyor. Görünen o ki, emperyalist burjuvazi merkeziyle, işbirlikçisiyle, aydınıyla, faşistiyle işçi sınıfına karşı çok büyük bir saldırı hamlesine girişmiş durumda.
İnsanlar canıyla uğraşırken bu tip sınıfsal değerlendirmelerin sırası olmadığı, önceliğin halk sağlığı olması gerektiği söylenilebilir. Ancak meseleye sınıfsal yaklaşan ve aslında bizi canımızdan edenler tam da kapitalist sınıf ve onun devletleridir.
Örneğin, salgının yayılması için gereken bir numaralı önlemin sosyal mesafelenme olduğu ortadayken, en büyük sosyal ilişki olan “çalışmanın” iptal edilmemesinin sebebi tamamen sınıfsal değil midir?
Cuma namazlarına bile son verilirken, piyasaların işleyişine dokunmamak baştan ayağa sınıfsal bir adım değil midir?
AVM’lerin çalışma saatinde yaşanan değişikliklerin asgari ücret, soğuk poğaça ve bel fıtığıyla çalışan işçilerin yıllık izninden düşülmesi sınıfsal bir karar değil midir?
İtalya’da 80 yaş üstü hastaların üretime ve tüketime bir katkısı olmayacağı bilindiği için karantinaya dahi alınmadan ölüme terk edilmeleri sınıfsal bir tercih değil midir?
Zenginler özel ada satın alıp günde 5 kez virüs taraması yaptırırlarken, yoksul emekçilerin yarısından fazlasının testin paketini bile göremeyecek olması dibine kadar sınıfsal bir sorun değil midir?
Peki, İngiltere’nin salgınla mücadele etmemeyi, “doğal bağışıklığın” gelişmesini beklemeyi seçmesi ve böylece 200 binden fazla kişiyi ölüme terk etmesi halk sağlığı ile mi açıklanır, yoksa sermaye sınıfının maliyet hesabıyla mı?
Şirket kurtarmaların tek farkı, etkilerinin bu örneklerdeki gibi doğrudan gözlenemiyor oluşu olabilir. Ancak “bilinçli” olmanın gereği tam da görünenin ardında yatanların farkında olmaktır. Hele ki 2008 krizi sonrasında yaşanan kurtarmalarının emekçi halklar için nasıl “anında” bir kemer sıkma zulmüyle sonuçlandığını, hatta bu politikaların faşizmin yükselmesine nasıl maddi zemin sağladığını bilip de bu devasa saldırıyı teşhir etmemek sınıfımıza ihanet anlamına gelir.
ABD Merkez Bankası FED borsadaki çöküşü önlemek için 3 gün önce piyasaya tam 1.5 trilyon dolar enjekte etti. Bu tutar tam olarak 2 Türkiye milli geliri büyüklüğünde. Peki, işe yaradı mı? Hayır. Sermaye sınıfı nakitte kalmayı tercih etti ve Pazartesi ABD borsaları açılır açılmaz çöktü. 2 Türkiye büyüklüğünde para, sonraki hayali sermaye vurgunlarında kullanılmak üzere kan emicilerin kasalarına girdi.
Krizden en çok etkilenen sektörlerin havayolu, turizm ve petrol şirketleri olduğu biliniyor. ABD Hazine Bakanı Steve Mnuchen bu sektörlere yönelik bir kurtarma paketi üzerinde çalıştıklarını açıkladı. Tutarı şimdilik bilinmese de, paketin devasa nitelikte olacağına şüphe yok.
Almanya ise 2. Paylaşım Savaşı’ndan bu yana en büyük şirket kurtarma paketini açıkladı. 614 milyar dolar büyüklüğünde olan bu paket ile neredeyse bir Türkiye büyüklüğünde para işçi sınıfının cebinden Alman şirketlerine aktarılacak.
İtalya ve Fransa da sırasıyla 22 milyar ve 33.4 milyar Euro’luk şirket kurtarma paketlerini açıklamaya hazırlanıyor.
İngiltere’deki paketin içeriği henüz belli olmasa da, Virgin Havayolları’nın sahibinin devletten sektöre 7.5 milyar Pound destek istemesi karşısında benzer bir kurtarma operasyonunun orada da devreye konulacağını söyleyebiliriz.
Türkiye’de de durum benzer. İşbirlikçi-tekelci sermaye örgütü TÜSİAD bir bildiri yayınlayarak “Meselenin ekonomik boyutlarına karşı önlemlerin de hızla hayata geçirilmesi, daralma dönemini yeni geride bırakmış ekonomimizde toparlanmanın devam edebilmesi ve istihdamın korunması için önemlidir” açıklamasında bulundu ve devletle istişare içinde olduklarını belirtti.
Bu “işten çıkarma” tehdidi bize şirket kurtarmaların işçi sınıfına maliyetinin sadece yeni kemer sıkma programları ile sınırlı olmayacağı, aynı zamanda kitlesel işsizlik dalgasını da beraberinde getireceğini gösteriyor. Şirketler bunu hem bir tehdit, hem de bir mazeret olarak kullandı, kullanıyor, kullanacak.
Sözün özü, küresel salgın zaten ondan önce de kriz içerisinde debelenen kapitalizmi işçi sınıfına karşı açık ve sert bir saldırıya yöneltmiş durumda. Canımız pahasına bizi çalıştırmak da, birikimlerimizi şirketlere peşkeş çekmek, işsizlik de bu saldırının bir parçası.
Peki, sermaye sınıfı ısrarla saflarını netleştirirken işçi sınıfının “insanlık” ve “ülke” gibi sahte kategorilerle oyalanmasına gerek var mı? Açık sınıf savaşına gözümüzü kapayarak canımızı kurtarabileceğimizi mi düşünüyoruz?
İyi de, herkesin eve kapandığı ve bir ölçüde de kapanmak zorunda olduğu bu dönemde böyle bir karşı-saldırıya geçmek nasıl mümkün olacak? Aslına bakılırsa mevcut durumumuz bize bunun anahtarını veriyor.
Herkesin karantina sebebiyle evlerine kapandığı ve bir ölçüde de kapanması gerektiği bu koşullarda odağımız “piyasa ekonomisi yaşasın” diye çalışmak zorunda bırakılan, yani eve girmesi gerektiği halde giremeyen milyonlar olmalı. Bu noktada sosyal medyadan kamuoyu oluşturmanın yanında, “Salgında çalışmak öldürür. Yaşamak için işi durdur!” şiarıyla esas olarak doğrudan işyerlerine gitmeli ve yıllık izine ek olacak, zararı kamuya yıkılmayacak bir ücretli izin talebiyle işçi-emekçilerin grevini, iş bırakmasını örgütlemeli. Toplumsal sorumluluk gereği çalışması elzem olacak market, ulaşım, eczane, hastane vb. yerlerdeki işçiler için ise aynı eylemlilik zorunlu koruyucu önlemler ve ek ücret/tazminat talebi için örgütlenmeli.
Öyle ya, bugün en büyük halk sağlığı sorunu onlar, yüzler, binler halinde günde 10 saat çalışıyor olmak, toplu taşıma kullanmak zorunda olmak değil midir? Canımız piyasa düzeninden daha mı değersizdir? Kapitalizm bizsiz yaşayamıyor olabilir. Bırakalım onu kapitalistler ve onların temsilcileri düşünsün. Biz pekâlâ bir süre çalışmadan da yaşayabiliriz.
İhtiyaç duyacağımız geçim maddelerine “kaynak” aranıyorsa. Savaşa, işgale, bekçiye, polise ayrılan bütçeye bakılabilir. Hem madem artık namazlar da evde kılınıyor, devasa Diyanet bütçesi de bu iş için kullanılabilir. Olmadı, zenginlerin servetleri, stokları, mağazaları, marketleri ve depoları bizimdir. Zaten içindekiler bizim ürettiklerimiz değil midir?
Bu hamle hem şirket kurtarmalarla gelecek kemer sıkma politikalarına karşı tutulacak bir ön mevzi olacak, hem de milyonlar nezdinde siyasi iktidarın sınıfsal niteliğini çok daha etkin teşhir etmeye yarayacaktır. Sonuçta “her şeye sınıfsal bakmamak, önceliği halk sağlığına vermek” gerekmiyor muydu? O halde çok istiyorsa sermaye ve onun devleti meseleye bu kadar sınıfsal bakmayı bırakabilir (!)
(ETHA)